ABDÜLMECİD EFENDİ
(1868-1944)
Babası Sultan Abdülaziz, annesi Hayrânıdil Kadın’dır. 29 Mayıs 1868’de İstanbul’da doğdu. Babasının 1876’da tahttan indirilmesinden sonra II. Meşrutiyet’in ilânına kadar sarayda kapalı bir hayat yaşadı. Bu sırada yabancı dil öğrendi. Güzel sanatlarla, özellikle resimle ilgilendi. Amcasının oğlu Mehmed Vahdeddin’in 4 Temmuz 1918’de tahta çıkması üzerine veliaht oldu. I. Dünya Savaşı sonunda İstanbul işgal altında bulunduğu bir sırada, Sultan Vahdeddin’in bazı davranışlarını alenen tenkit etti. Kuvâ-yi Milliye lehinde beyanlarda bulundu. Hatta bir ara Ankara’ya gitmesi bile söz konusu oldu. Fakat millî harekâtın başına hânedandan birinin geçmesini istemeyen İngilizler onu göz hapsine aldılar.
Zaferden sonra toplanacak barış konferansına hem Ankara, hem de İstanbul hükümetlerinin davet edilmeleriyle başlayan ihtilâf, saltanatın ilgasına kadar vardı. Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1 Kasım 1922 tarih ve 431 sayılı iki maddeden oluşan bir kanunla saltanat ve hilâfeti birbirinden ayırarak saltanatı kaldırdı. Böylece İstanbul hükümetine son vermek yoluna gidilmiş oldu. Aynı kanunun ikinci maddesinde ise halifeliğin Osmanlı hânedanına ait olduğu, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu makama hânedanın ilim ve ahlâk bakımından en lâyık olanının seçileceği ifade edilmekteydi. Ancak, 1 Kasım’da saltanatı elinden alınan Vahdeddin’in halife seçildiği de açıklanmamıştı. Vahdeddin iki gün sonraki (3 Kasım 1922) cuma selâmlığına hem halife, hem de padişah sıfatıyla çıktı. Nihayet Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kendisini 16 Kasım’da “ihânet-i vataniyye” ile ithama karar vermesi üzerine 16-17 Kasım 1922 gecesi bir İngiliz zırhlısı ile Türkiye’yi terketti.
Bu hadise üzerine hilâfet makamının boşaldığına hükmeden Türkiye Büyük Millet Meclisi, 19 Kasım 1922 günü Abdülmecid Efendi’yi halife seçti. Kendisine bütün İslâm halifelerinin hâiz olduğu “emîrü’l-mü’minîn” unvanı yerine “halîfe-i müslimîn” unvanının verilmesi kararlaştırıldı. 24 Kasım 1922 günü Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Şerif Dairesi’nde yeni halifeye biat edildi. Biat merasiminde, Ankara hükümetinin temsilcisi Refet Paşa ile Hoca Müfid Efendi’nin de dahil olduğu mebuslardan müteşekkil bir heyet de hazır bulundu. İlk defa Arapça yerine Türkçe dua edildi. Fâtih Camii’nde yeni halife adına Müfid Efendi tarafından ilk defa Türkçe hutbe okundu. “Küçük cihaddan büyüğüne döndük” meâlindeki hadîs-i şerifi konu alan hutbede, “büyük cihad” cehalete karşı savaş diye yorumlandı. Yeni halife İslâm âlemine bir beyannâme neşrederek kendisini seçen meclise teşekkür etti.
Saltanatsız halifeliğin ne olduğu konusunun tartışılması bir muhalefet cephesi oluşturdu. Cumhuriyet’in ilânına kadarki dönemde, halifenin devlet başkanı sayılıp sayılamayacağı yolunda değişik görüşler ortaya çıktı. Ankara hükümetinin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa, 19 Kasım 1922 tarihli bir yazı ile, Abdülmecid Efendi’nin “halîfe-i müslimîn ve hâdimü’l-Haremeyn” unvanını kullanmak, cuma günleri selâmlık resmine çıkmak ve Fâtih’in sarığı gibi sarık sarmak, İslâm âlemine neşri istenilen beyannâmenin bir de Arapça’sını neşretmek talebinde bulunduğunu, Sultan Vahdeddin’i takip hususunda mâzur görülmesini istediğini Ankara’ya bildirdi. Mustafa Kemal Paşa ise Abdülmecid Efendi’nin Fâtih’in sarığı yerine redingot giyebileceğini bildirdi. Fakat “halîfe-i müslimîn” yerine “halîfe-i Resûlullah” tabirini kullanması, imzasını da Abdülmecid bin Abdülaziz Han tarzında yazması uzun tartışmalara sebep oldu. Bununla saltanat fikrinin ortadan kalkmadığı ileri sürüldü.
Bu sırada 21-27 Aralık 1922 tarihinde toplanan Hint Hilâfet Konferansı Abdülmecid’in halifeliğini tasdik ve kabul etti. Yine Hint müslümanları 3 Ocak 1923’te Mustafa Kemal Paşa’ya “müncî-i hilâfet” (hilâfetin kurtarıcısı) unvanını verdi. Ankara’da 15 Ocak 1923’te Afyon mebusu Şükrü Hoca (Çelikalay) tarafından yazılan “Hilâfet-i İslâmiyye ve Büyük Millet Meclisi” adlı bir broşür dağıtıldı. Burada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin hilâfeti saltanattan ayırarak onu siyasî iktidardan mahrum ve sırf lafzî bir müessese haline getiremeyeceği ileri sürülüyordu. Nihayet 15 Nisan 1923’te çıkarılan 334 sayılı “Saltanata Ait Propagandaların Men‘ine Dair Kanun”la bu tartışmalara son verilmek istendi.
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilince hilâfet ve halifenin durumu yeniden gündeme geldi. Gazetelerde halifenin istifa edeceğine dair haberler çıktı. Bizzat Abdülmecid Efendi tarafından yalanlanan bu dedikodular üzerine kamuoyunda meşrutî idare ve halifeliğin devamı konusunda leh ve aleyhte tartışmalar başladı. Tam bu sırada, 5 Aralık 1923 tarihli gazetelerde İngiltere İslâm Cemiyeti adına Ağa Han ve Emîr Ali imzalarıyla Başvekil İsmet Paşa’ya gelen mektubun tercümesi yayımlandı. Burada hilâfet makamının muhafazası, hatta takviyesi ile halifenin şeref ve nüfuzunun iadesi gerektiği savunuluyordu.
Bu neşriyat üzerine 8-9 Aralık 1923 gecesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde gizli bir toplantı yapılarak İstanbul’a bir İstiklâl Mahkemesi heyetinin gönderilmesine karar verildi. Böylece hilâfet taraftarı muhalefet sindirildi. Mecliste bütçe görüşmeleri sırasında hilâfetin ilgası ve hânedanın yurt dışına çıkarılmasına dair Urfa mebusu Şeyh Saffet Efendi ve elli üç arkadaşı tarafından verilen kanun teklifi müzakere edildi. Ali Fethi Bey’in başkanlığında toplanan meclis, “böyle bir hareketin İslâm âlemini üzeceği, bundan ancak İngilizler’in memnun kalacağı ve hilâfetin Türkiye için lüzumlu bir müessese olduğu” yolundaki itirazlara rağmen, 3 Mart 1924 tarihinde halifeliği kaldıran ve Osmanlı hânedanını yurt dışına çıkarmayı öngören 431 sayılı kanunu kabul etti.
Abdülmecid Efendi, yanında oğlu Ömer Faruk, kızı Dürrüşehvar, çocuklarının hocası Salih Keramet Nigâr, iki kadınefendi, özel kâtibi Hüseyin Nakip ve doktoru Selâhaddin Bey olduğu halde, aynı günün gecesi otomobille Çatalca’ya götürülerek buradan trene bindirildiler. Trene binerken vali tarafından kendisine verilen zarfın içinden 2000 sterlin ile birlikte, İsviçre hükümetince vize edilmiş ve yalnız çıkış için verilmiş olan pasaportların çıkması üzerine, İsviçre’nin Leman gölü kenarında bulunan Territel kasabasındaki Büyük Alp Oteli’ne telgraf çekilerek yer ayırtıldı.
Otele yerleştikten sonra pek çok Avrupalı gazeteci, halife ile röportaj yapmak üzere buraya akın etti. Avrupa basını, Abdülmecid’in milletini çok sevdiğini, mütevekkil ve metin göründüğünü, kendisini vatanından ayıranlar hakkında herhangi bir tenkitte bulunmadığını yazıyordu. Çeşitli müslüman ülkelerden Abdülmecid’e gelen telgraflarda hilâfetin lağvından duyulan üzüntü dile getiriliyor, bu konuda gelişen olaylar hakkında ayrıntılı bilgi isteniyordu. Abdülmecid Efendi bu telgraflara bir cevap olmak üzere, 11 Mart 1924 günü haber ajansları vasıtasıyla bir beyanatta bulundu. Burada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararını yersiz ve yolsuz bulduğunu, kararı hükümsüz saydığını bütün müslüman cemaatlerine duyurduğunu ilân ettiği gibi, ayrıca bir dinî şûranın toplanmasını istediğini ve bu mukaddes müessesenin ihyası için müslümanlardan yardım beklediğini bildirdi. Bu beyanatının üzerinden dört beş gün geçtikten sonra İsviçre hariciye vekilinin Yakındoğu şubesi müdürü Abdülmecid’i ziyaret ederek, beyanatının Türk hükümetince iyi karşılanmadığını ve İsviçre hükümetinden bu gibi faaliyetlere izin verilmemesini talep ettiğini bildirdi.
Abdülmecid ve ailesinin otel masrafları haftada 100 sterlini geçiyordu. Bu yüzden Salih Keramet Nigâr’ı müslüman devletlerin sefirleriyle görüşmek ve yardım sağlamak üzere Paris’e gönderdi. Salih Keramet Nigâr Paris’ten bir şey elde edemeyince Londra’ya geçti. Orada Seyyid Emîr Ali’nin aracılığı ile Haydarâbâd nizamının Abdülmecid Efendi’ye ayda 300 sterlin tahsisat bağlamasını temin etti. Ekim 1924’te Fransa’ya geçen ve Nis şehrinde sakin bir hayat sürmeye başlayan Abdülmecid burada kendisini ibadete verdi. Haydarâbâd nizamı, büyük oğlu A‘zam Câh’a Abdülmecid’in kızı Dürrüşehvar’ı, küçük oğlu Muazzam Câh’a da Şehzâde Selâhaddin Efendi’nin torunu Nilüfer Sultan’ı istedi. Sade bir merasimle iki Osmanlı prensesinin Haydarâbâd sarayına gelin gitmeleri Abdülmecid Efendi’nin malî durumunun bir hayli düzelmesini sağladı. Hilâfet konusunda İslâm âleminden umduğu ilgiyi bulamadığı için kendisini daha çok ibadete, resim çalışmalarına ve mûsikiye verdi.
Daha sonra Paris’e yerleşen Abdülmecid Efendi, II. Dünya Savaşı’nda Paris bombalanırken 23 Ağustos 1944’te hayata gözlerini yumdu. Bu sırada İstanbul’da bulunan vekili Salih Keramet Nigâr’ın, Abdülmecid Efendi’nin naaşının Türkiye’ye getirilmesi için yaptığı müracaatlar hiçbir sonuç vermedi. Hatta kızı Dürrüşehvar Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile görüşmüş ve babasının Paris Camii’nde tahnit edilmiş olarak bekleyen naaşının vatanına nakledilerek defni için söz almış olmasına rağmen, Abdülmecid’in naaşı Türkiye’ye getirilemedi. Daha sonra, on yıldan beri bekletildiği Paris Camii’nden alınarak Medine’ye götürüldü; 30 Mart 1954 tarihinde Cennetü’l-bakī‘a defnedildi.
Abdülmecid Efendi, döneminin manzara geleneğine rağmen resimlerinde figürü ön plana çıkaran bir üslûp takip etmiştir. “Sarayda Beethoven”, “Haremde Goethe”, “Saraylı hanım”, “Halil Edhem” gibi portreleri ve kendi portresi, bu yeni anlayışın güzel örnekleridir. Çok figürlü resimlerinde Doğu ve Batı kültürüne has öğeleri birleştirmeye çalışan Abdülmecid’in tabloları, ilk olarak 1986’da İstanbul’da özel bir sanat galerisinde sergilenmiştir.
Abdülmecid Efendi’ye ait bir tablo
https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulmecid-efendi
ABDÜLMECİD EFENDİ KÖŞKÜ
Adres: Kuzguncuk, Kuşbakışı Cd. No:18, 34674 Üsküdar/İstanbul
Bağlarbaşı’nda, Altunizâde’den Beylerbeyi’ne doğru uzanan Kuşbakışı Caddesi ile Bağlarbaşı’nı Beylerbeyi’ne bağlayan Gümüşyol’un kesiştiği noktadan biraz içerde, yolun sağında kalan Abdülmecid Efendi Köşkü ve arazisi [İstanbul 1998: 217], Kuşbakışı Caddesi No: 18 olarak kayıtlıdır. Kuşbakışı Caddesi’ne yakın bir konumda olan köşkün doğu ve kuzeyinde geniş bir koruluk bulunmaktadır. Çok sayıda değerli ağaç ve bitkiyi barındıran bu alan yüksek duvarlarla çevrilidir. Köşkün ana girişi, güneyde büyük bir anıtsal kapı olarak varlığını sürdürmektedir. Harem girişi ise günümüze ulaşmamış, yerine geniş bir metal kapı takılmıştır.
Günümüze ulaşan selâmlık köşkü Türk mimarisinin yüzyıllar boyunca yapmaktan çekilmiş olduğu, hatta Balyan Ailesi’nin bile bu ölçüde uygulamaya çekindikleri abartılı bir sentez görünümündedir. Ancak, bu abartılı sunuş içinde uzun araştırmalara dayanan bir ölçü ve denge bulunduğunu söylemek gerekir. Bu nedenle gerek tasarımı, gerekse yapımıyla büyük bir özeni yansıtan yapıyı başarılı bir uygulama olarak görülmelidir. Yapı, sanki en aşırı hayallerde, masallarda görülebilecek bir peri köşkü gibidir [Eldem 1986: II. 204]. Köşkün iddialı görünüşü daha giriş kapısının düzenlenişi ve biçiminde kendini gösterir. Eteklere doğru gittikçe açılan tonoz şeklindeki geniş bir saçakla örtülen kapı, basık kemerli, büyük eliböğründeler ve renkli çinilerle zenginleştirilmiştir. Bu gösterişli giriş aynı zamanda büyük bir tevazuyu da içermektedir. Kapının üstündeki çini kitabede yüksek bir kûfi ile "Allah’dan başka galip yoktur" yazar. Sivil yapılarda pek görülmeyen bir şekilde kurşun kaplı çatı üstünde 1,70 metre yüksekliğinde bir bronz alem mevcuttur. Kapının algılanışını ve görkemini güçlendirmek amacı ile ihata duvarı, bahçe duvarına göre içeri çekilmiştir.
Kâgir bir bodrum kat üstünde, iki ahşap kattan oluşan yapının genel olarak simetrik ve aksiyel bir planı vardır. Ancak, bu simetri girişe paralel aksta zemin kat orta sofasında merdiven, üst kattaysa dışa doğru betonarme ayaklar üzerinde uzanan yemek odası ile bozulmuştur.
Eyvan şeklinde oluşturulan giriş hacmi, iki mermer kolon ve her iki yanındaki sekiz kollu yıldızların kesişmesinden doğan sonsuz karakterli motiflerin oluşturduğu ajur tekniğindeki mermer şebekelerle zengin bir görünüş kazanır. Zeminden yükseltilen bu kata dört basamaklı, çift taraflı bir mermer merdivenle çıkılmakta olup, merdivenin kapı yönü biniş için kullanılmaktadır. Eyvanın arka duvarında giriş kapısı, her iki yanında ise birer giyotin pencere vardır. Girişin her iki yanı sağır olup, bu duvarlar pano şeklinde, profilli ahşap silmelerle çeşitli bölümlere ayrılmış olup, her pano içinde kalemişi süslemeler bulunmaktadır. Giriş kapısının üzerinde mavi zemin üstüne kûfi yazı ile "Allah adaleti, iyilik yapmayı, akrabaya bakmağı emreder" [Nahl Suresi, 90. Ayet] yazılmıştır.
Konut mimarimizde pek karşılaşılmayan dış cephe oluşumu ve bezemesi, cephe düzeylerini geometrik olarak bölümleyen dikdörtgen ve kare panolardan oluşmaktadır. Pencere ölçülerini esas alan bu modüler düzenleme tüm yapıyı sarar. Öyle ki merdivenin bulunduğu bölümün dış cephesi de bu genel düzenlemeye uygun olarak tasarlandığı için, içerden bu pencerelere ulaşmak mümkün değildir. Tüm bu panoların içine oryantalist motiflerden oluşan kalemişi bezemeler yapılmıştır. Pencere kepenklerinin kapalı durumda dış görünüşlerinin sakinliği aldatıcı olmaktadır. Çünkü, benzerlerine XVIII. yüzyıl mimarisinde rastladığımız şekilde [Melling 1819: Planj : 30 Bebek Kasrı ve Planj: 34 Kandilli Görünüşü], bu kepenklerin alt bölümleri her iki yana, üst bölümü ise yukarı doğru kırkbeş dereceli bir açı ile kaldırıldığında içte kalan aynı teknikteki kalemişi bezemeler tüm yapıyı sarmaktadır. Pencere kepenklerinin yukarı kaldırılması ve sabitlenmesi için tasarlanmış metal kol ve detay ilgi çekici bir çalışma ürünüdür.
Yapının geniş saçakları geçmişteki bir sözü hatırlatmaktadır. "... Eski Türk evleri o kadar güzel saçaklarla donatılmışlardır ki, eğer bir evin saçakları yeterince uzatılmamışsa, o yapı bir Türk’te kel izlenimi bırakır..." [Anonim 1984: 1]. Saçaklar başkaca hiçbir yapıda rastlanmayan bir şekilde yatay düzlemden, uzunluklarına göre 15 ilâ 30 santimetre kadar kaldırılmışlardır. Bu çok özel detay geniş saçakların yapıyı basmasını önlemiş, sanki uçar gibi bir görüntü elde edilmesini sağlamıştır. Saçak altları yer yer dikdörtgen, yer yer kare, içleri oryantalist motifli, kalemişi bezemelerle süslü panolarla bölünmüştür.
Üst kat batı cephesinin orta aksına, sanki yapıdan kopacak şekilde yapılan büyük çıkma, boş bırakılan zemin katta dördü önde, altısı üçerden iki yanda olmak üzere on kolonla taşınır. Kolon gövdeleri köşeleri pahlanmış çokgen formlu olup, betonarme olarak yapılmışlardır. Kolonların arkasındaki cephe de iki giyotin pencere bulunur. Bahçeye bir terasla açılan kuzey cephesinde de bir çıkma yer almaktadır. Mukarnas başlıklı dört sütun ile taşınan çıkma, üst katta balkon olarak kullanılmış, ancak ne zaman yapıldığını bilmediğimiz bir tarihte metal konstrüksiyonlu, renkli camlı bir bölme ile kapatılmıştır. Batı cephesine nazaran zemin katta dışa doğru bir çıkıntı yapan doğu cephesinde, harem binası ile yapıyı ilişkilendiren, geniş saçaklı bir koltuk kapısı bulunmaktadır.
Genelde depo işlevini karşılamak ve yapıyı toprak seviyesinden yükseltmek amacıyla yapılan bodrum katın, giriş eyvanı altında bir kar deposu [karlık] bulunmaktadır. İçerden iki servis merdiveniyle üst katlara irtibatı sağlanan bodrum katın, biri koltuk kapısı yanından, diğeriyse kuzey cephesinden girilen iki de dış girişi bulunmaktadır. Üst kat planlamasına uygun olarak odalara ayrılan bodrum katta kapı bulunmaz. Orta sofanın altına denk gelen hacmin ortasında, sivri köşeleri pahlanmış, basık bir altıgen formunda kâgir bir duvar mevcuttur. Bu duvarın, zemin kat sofasında yer alan havuzu taşımak için yapıldığı anlaşılmaktadır.
Geniş bir eyvanla girildiğini belirttiğimiz zemin kat sofası çini kaplıdır, tam ortada restorasyon çalışması sırasında tekrar yapıya getirilen mermer havuz görülmektedir. Havuzun esas yapısı orijinal olup, eski fotoğraflarda görülen çevre alanı yeni yapılmıştır. Orta sofanın sağında iki ahşap kolon ile ana hacimden ayrılan merdiven evi yer almaktadır. Geniş bir ahşap merdiven üst kata ulaşımı sağlar. Bu hacmin hemen karşısında, benzer şekilde iki ahşap kolonla sofadan ayrılan bir eyvan bulunmaktadır. Tüm bu hacimlerin duvarları kalemişi panolarla süslüdür. Tavanlar ise ahşap çıtalarla bölümlere ayrılmış olup, değişik motiflerle bezenmiştir. Girişin her iki yanında yer alan dikdörtgen odaların duvar ve tavanları düz olup, diğer odalara göre çok sadedir. Benzeri saray yapılarındaki odaları gözönüne alarak bu odaların yaver veya hizmetli odaları olduklarını söylemek gerekir. Giriş sofasından iki kanatlı bir kapı ile geçilen arka sofa da dikdörtgen olup, her ki yanında birer küçük oda bulunmaktadır. Bu odaların da hizmetliler tarafından değişik amaçlarla kullanılmakta oldukları düşünülebilir. Arka veya iç sofa diyebileceğimiz orta hacim, üç adet çift kanatlı, camlı kapı ile küçük bir terasa açılmakta, buradan altı basamaklı, taş korkuluklu bir mermer merdivenle bahçeye ulaşılmaktadır.
Geleneksel Türk Evi plan şemasına uygun olarak esas kat, yani Abdülmecid Efendi’nin yaşam katı üst kattır. Geniş merdivenle ulaşılan üst katta, merdiven sahanlığından iki kanatlı büyük bir kapıyla merkezi sofaya girilmektedir. Beşik çatının verdiği imkân ile altı metreyi aşkın bir yüksekliğin elde edildiği sofanın tavanı tekne tonoz şeklinde olup, içlerinde kalemişi süslemeler olan dikdörtgen panolarla zenginleştirilmiştir. Orta bölümde, taşıyıcılığı arttırmak amacı ile kare kasetler oluşturulmuştur. Tam orta aksta yer alan bir avize göbeği ise uzun zamandır boş durmaktadır. Merkezi sofanın güney bölümünde kare planlı bir balkon yer alır. Sofadan üç camekânlı kapı ile çıkılan ve köşe odaların ikişer penceresinin açıldığı balkonun zemini çini kaplı, tavanı ise beşgen motifli, klasik dönemi andıran bir çıtalama ile kaplıdır. Orta sofanın balkona açıldığı camlı kapıların önünde, yapı süsleme özellikleriyle hemen hiç bir alakası olmayan üç açıklıklı bir kemer dizisi bulunmaktadır. Arabesk bir yapım ve dekorasyon özelliği gösteren ve perde kornişi olarak kullanıldığı sandığımız bu ahşap imalat, ya yapının ilk sahibinden kalmış, ya da Hıdiv Ailesi tarafından hediye edilmiş olmalıdır.
Orta sofanın güneydoğu ve güneybatı köşelerinde birer sekili oda bulunmaktadır. Sofadan girilen dikdörtgen bir seki altı, çift ahşap kolon ve alçak bir ahşap korkulukla bölünen sekiye ulaşımı sağlar. Güneybatı köşesindeki odanın duvarları çini kaplıdır ve tavan tezyinatı bu çinilere uygun renklerle kalemişi olarak yapılmıştır. Güneydoğu köşe odası ise aynı mimari planlamaya sahip olmakla birlikte çok daha sade, üzeri altın varak kaplı çıtalarla bölünmüş bir dekorasyonla bezenmiştir. Bu bölümün tavanı da aynı anlayışı aksettirir. Gerek sofadan, gerek güneydoğu köşe odasından, gerekse bodruma kadar inen servis merdiveni holünden girişi olan ve bahçeye doğru kolonlar üzerinde uzanan dikdörtgen oda büyük bir olasılıkla yemek odası olarak kullanılmaktadır. Bu odada, diğer odalarda görmediğimiz bir özellik olarak iki adet, ikişer bölümlü, renkli camlarla süslü tepe penceresi bulunduğunu belirtmek gerekir. Benzeri tepe pencerelerinden orta sofanın güney ve arka sofanın kuzey bölümlerinde, ikişerli gruplar halinde üçer adet bulunmaktadır.
Orta sofadan geçilen ve bahçe bakan, renkli camlı, metal bir konstrüksiyonla kaplı balkona açılan iç sofanın duvar dekorasyonu kalemişi filetolarla oluşturulmuştur. Klasik dönem anıtsal yapılarını hatırlatan ve yapının başka bir bölümünde görülmeyen bir tavan süslemesi vardır. Zemini kaplayan ahşap parkelerin üstüne yakma tekniği ile yıldız motifli süslemeler yapılmıştır. Gerek kuzeye bakması nedeniyle serin, gerekse ulaşım imkânı en uzak olan bu bölümün Abdülmecid Efendi’nin özel yaşam alanı olduğunu söylemek isteriz. Bu bölümün batısında yer alan ve tavanında dört mevsimi yansıtan resimlerin olduğu kare oda dinlenme odası olmalıdır. Bu odanın diğer odaların aksine yanlızca çift kanatlı, bir kapısı olduğunu da belirtmek gerekir. Doğuda yer alan oda ise duvar ve tavanlarında yer alan sureler nedeni ile, beş vakit namaz kıldığını bildiğimiz Efendi’nin dua ve namaz odası olmalıdır [Aşiroğlu 1992: 28]. Bu oda aynı zamanda küçük bir alaturka tuvaletin ve bodrum kata ulaşan ikinci bir merdivenin yer aldığı küçük bir hole açılmaktadır. Dilenirse buradan ana merdiven holüne de ulaşmak mümkündür [Serhatoğlu 1987; Akpolat 1991: 93-97; Batur 1994: I. 51 vd].
Bugün zemin kat arka sofanın her iki köşesinde yer alan, çini kaplı mangal korunağı ve yine etrafı çini kaplı mermer çeşmeyle, merdiven holünde yer alan ve ortasında mermer bir çeşmenin bulunduğu yağlıboya resim dışında yapıda orijinal herhangi bir eşya bulmak mümkün değildir. Yer yer merdiven evi ve duvarlarda gördüğümüz resim veya ayna asmaya yarayan kancalar geçmişte bu yapıda çok sayıda tablo bulunduğunu göstermektedir. Tavanlarda hiçbir avize kalmamıştır. Ancak, giriş eyvanıyla üst kat balkonunda gördüğümüz camlı, metal aydınlatma elamanları nasıl olduysa muhafaza edilmiştir. Belki de yapının dış görünüşüne katkıda bulunan bu elamanlara özellikle dokunulmamaya çalışılmıştır.
1985 yılında tarafımızdan başlatılan rölöve çalışmaları sonrası, yapı 1987 ile 1995 yılları arasında öncelikle yapısal bir onarıma tabii tutulmuş, akan ve çürüyen çatı kaplamaları, taşıyıcı aksam ve zaman içinde yapılan onarımlar nedeniyle birbiriyle uyumsuz hale gelen marsilya tipi kiremitleri değiştirilmiştir. Genelde dış cephe kaplamalarının sağlam olduğu görülmüş, çürüyen ve tahrip olan dikey ve yatay ahşap silme ve profillerin yenilenmesiyle yetinilmiştir. Yoğun kalemişi süslemelerin bulunduğu alanlar, ahşap kaplamaların çalışması nedeniyle çatlamış ve bozulmuşlardı. Bu nedenle gerek orijinal konumdaki kalemişlerini daha fazla tahrip etmemek, gerekse büyük boyutlu düz alanlar elde ederek, kalemişi süslemelerin çok daha uzun ömürlü olmasını sağlamak amacıyla bu alanlar su kontraplağı ile kaplanmış. Üzerlerine bugün görülen kalemişleri aynı teknik ve orijinal renkler esas alınarak yeniden yapılmıştır.
Bu arada, gerek cephe, gerekse saçak altlarında, en iyi durumdaki orijinal kalemişleri şeffaf pleksiglass elamanlarla koruma altına alınmıştır. Onarım sırasında yapı içine daha sonraki dönemlerde eklendiğini anladığımız, bölücü camekânlar, ısınma amacıyla konunan radyotörler kaldırılmıştır. Yangın tehlikesini en aza indirgemek amacıyla, yapıdan uzakta bahçenin güneybatı köşesinde tek katlı bir kazan dairesi oluşturulmuştur. Bu merkezden yapıya getirilen sıcak suyla çalışan bir üfleme sistemi, köşkün kış aylarında neme karşı ısıtılmasını sağlamaktadır.
Yapıda, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir süre asker barındırıldığı, bu nedenle zemin kattaki döşeme çinilerinin bozulduğu, sırlarının büyük ölçüde yok olduğu, kırmızı zeminlerin [masa] ortaya çıktığı görülmüştür. Bu tespit sonrası, tüm zemin çinileri Kütahya’da yeniden yatırılmış ve zemin bu çinilerle kaplanmıştır. Ancak, orijinal örneklerin muhafazası için en az tahribin görüldüğü köşelerdeki çiniler aynen korunmuştur. Odalar da, orijinal zemin kaplaması olarak benzer yapılarda gördüğümüz ince hasır kullanıldığı düşünülmektedir. Yok olan hasırlar, zaman içinde döşeme tahtalarının açılması ve yer yer tahribi nedeniyle döşemelerin çok kötü ve yürünmesi zor bir duruma gelmesine yol açmıştır. Bu nedenle çürüyen taban tahtalarının değiştirilmesinden sonra, bazı odaların zeminlerinin su kontrplağı ile kaplanması gerekmiştir.
Abdülmecid Efendi Köşkü’nün geleceği nedir veya ne olmalıdır? Kullanılmayan, mâlikine maddi veya manevi bir getirisi bulunmayan bir yapının, sürekli bakım ve periyodik onarımlarla geleceğe taşınması çok güç, hatta ve hatta imkânsızdır. Bu gerekçeyle ve karşılığı olmayan bir yatırıma girişmemek düşüncesiyle yapı uzun süre bakımsız kalmış, yanlızca yaz aylarında banka personeli için sosyal amaçlı projelerde kullanılmıştır. Bu kullanım tarzı yapıda büyük tahriblere neden olmuş, yapı fonksiyonları yetersiz kaldığı için hemen yakın çevresine tarafımızca yıkılan çeşitli betonarme veya kâgir uyumsuz yapılar yapılmıştır.
Bugün köşk ve yakın çevresi büyük bir iyiniyetle korunmakta, sürekli bakımı yapılmakta ve kış aylarında nemin olumsuz etkilerine karşı ısıtılmaktadır.
https://www.sinangenim.com/tr/eserler/projeler-ve-yapilar/baglarbasi-abdulmecid-efendi-kosku-1055/