SULTAN ABDÜLAZİZ
(1830-1876)
II.Mahmud’un oğlu ve Abdülmecid’in kardeşi olup annesi Pertevniyal Vâlide Sultan’dır. 7-8 Şubat 1830 gecesi doğdu. Kardeşi Abdülmecid’in saltanatı süresince oldukça serbest bir hayat yaşadı ve itinalı bir eğitim gördü. Akşehirli Hasan Fehmi Efendi’den Arap dili ve edebiyatı ile şer‘î ilimleri tahsil etti. Neyzen ve bestekâr Yûsuf Paşa’dan mûsiki dersleri aldı. Aynı zamanda sporla da ilgilendi ve Kurbağalıdere’deki köşkünde ava gitmek, güreşmek, yüzmek ve cirit atmak gibi faaliyetlerle meşgul oldu. Kardeşinin aksine içki ve sefahatten hoşlanmayan ve sade bir hayat yaşayan Abdülaziz, veliahtlığındaki bu mazbut haliyle halkın sevgisini kazandı. Güçlü, sağlıklı ve gösterişli yapısı, halkın kendisine duyduğu güveni arttırıyordu. Abdülmecid’in taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden huzursuz olanlar, onu müstakbel bir Yavuz gibi görmekte ve saltanata geçmesini beklemekte idiler. Abdülmecid’in son yıllardaki sefahatinden ve israfından memnun olmayan yenilik taraftarları bile Abdülaziz’in, kardeşinin ölümü üzerine 25 Haziran 1861’de tahta çıkışını memnuniyetle karşıladılar. Avrupa âdetlerinden hoşlanmayan Abdülaziz’e, Avrupa taklitçiliğinden uzak duracak ve imparatorluğu kurtaracak yegâne kişi gözüyle bakılıyordu.
Sultan Abdülaziz’in tuğrası
Abdülaziz, Fuad Paşa’nın yerine sadrazamlığa getirdiği Yûsuf Kâmil Paşa’nın teşvikiyle 3 Nisan 1863 tarihinde Mısır’a bir seyahat yaptı. Burada büyük bir tezahüratla karşılandı. Padişah, Kavalalı Mehmed Ali Paşa isyanından beri âdeta ayrı bir devlet halini almaya başlayan bu Osmanlı vilâyetine gitmekle Mısırlılar’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını kuvvetlendirmeyi amaçlıyordu.
Fransa İmparatoru III. Napolyon, Milletlerarası Paris Sanayi Sergisi’nin açılışı münasebetiyle Sultan Abdülaziz’i Fransa’ya davet etti. Bu vesile ile genel barışı kuvvetlendirecek fikir alışverişinde bulunulabileceğini de İstanbul’daki elçisi vasıtasıyla bildirdi. Bu sırada İngiliz Kraliçesi Victoria da padişahı Londra’ya davet edince Abdülaziz her iki daveti de kabul ederek 21 Haziran 1867 tarihinde Avrupa seyahatine çıktı. Böylece Osmanlı tarihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan yegâne padişah ve hıristiyan dünyasına dost olarak giden ilk halife Abdülaziz oldu. Fransa ve İngiltere’yi ziyaret eden, bu arada Belçika, Prusya ve Avusturya’ya da uğrayan padişah 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a döndü.
Abdülaziz’in bu gezisi genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa ile olan ilişkiler iyi bir duruma girdi. Ancak Batılı devletlerin destek ve himayesine güvenen isyancılarla yapılan uzun mücadele ve müzakereler sonunda Romanya’da Karol’un prensliği tanındı; Sırbistan kalelerinden Türk ordusunun çekilmesi de kabul edildi (1867). Girit’in Yunanistan’a ilhakı ise reddedildi. Âlî Paşa’nın gayretleriyle Girit’i özel bir yönetime kavuşturan nizamnâme neşredildi (1867). Ruslar’ın tesiriyle Rum Ortodoks kilisesinden ayrılmak isteyen Bulgarlar’ın arzusu kabul edilerek 1870’te bağımsız Bulgar kilisesinin kurulmasına izin verildi. Böylece Bulgarlar’ın muhtariyet yönünde bir adım daha atmalarına zemin hazırlanmış oldu.
Abdülaziz Osmanlı Devleti’nin devamını, Rusya’ya karşı kuvvetli bir askerî güce sahip olmakta görüyordu. Avrupa’dan pek çok yeni model silâh satın aldı. Satın alınan büyük çaplı toplarla Boğazlar ve sınır boylarındaki kaleler tahkim edildi, tophâne modernleştirildi. Prusya’dan uzman subaylar getirtilerek Mekteb-i Harbiyye yeniden düzenlendi (1866). Askerî kanunlar günün şartlarına göre yeniden ele alındı (1869). Askerî rüşdiyeler açıldı. Taşkışla, Gümüşsuyu Kışlası, Taksim Kışlası gibi yeni kışlalar inşa edildi. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan bina da Harbiye Nezâreti olarak Abdülaziz tarafından yaptırıldı. Abdülaziz denizciliğe de büyük önem verdi. Tersaneler ıslah edildi. Yerli tersanelerde yapılması mümkün olmayan zırhlı gemiler dışarıdan satın alındı. Deniz subayı yetiştirmek üzere İngiliz Hubart Paşa Mekteb-i Bahriyye’ye tayin edildi. Bahriye Nezâreti kuruldu. Böylece padişahın merak ve hevesiyle meydana gelen Türk deniz kuvveti dünyada üçüncü sırayı aldı. Abdülaziz’in saltanatı sonunda deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden oluşmaktaydı.
Abdülaziz döneminde ulaşım ve haberleşme alanında da önemli ilerlemeler kaydedildi. Toplam 452 kilometre olan demiryolu şebekesi onun zamanında 1344 kilometreye çıktı Diğer taraftan bütçenin elverdiği oranda devlet eliyle de demiryolu inşasına başlandı. Bunlardan ilki olan 99 kilometrelik Haydarpaşa-İzmit hattı 1873’te açıldı. Anadolu’da yabancıların yaptıklarıyla birlikte demiryolu uzunluğu bu dönemde 329 kilometreye çıktı. 1862’de de mevcut karayollarının tamiriyle yenilerinin yapılması işi ele alındı. 1863’te Niş, Bosna ve Vidin’de yeni yollar açıldı. Anadolu’da da Amasya, Samsun ve Kastamonu’da yeni yollar yapıldı. Diğer yönden, üzerinde en çok durulan ve başarılan bir başka iş de telgraf şebekesinin bütün vilâyetlere yaygınlaştırılması çalışmalarıdır.
Abdülaziz’in saltanatı süresince millî eğitim alanında da önemli gelişmeler oldu. 1862’de, devlet dairelerine kâtip yetiştirmek üzere, rüşdiyeyi bitirenlerin gidebileceği Mekteb-i Mahrec-i Aklâm kuruldu; bu mektep 1874’e kadar faaliyetini sürdürdü. 1864’te bir dil okulu açıldı. 1858’de kurulan İnâs Rüşdiyesi 1861’de faaliyete geçti. 1867’den itibaren hıristiyan çocukları da Türkçe imtihanını vermek şartıyla rüşdiyelere alınmaya başlandı. Fransa’nın 1867’de verdiği bir nota ve sürekli ısrarları sonucu 1868’de, tamamen Fransız eğitim sistemine göre öğretim yapan Mekteb-i Sultânî (Galatasaray Lisesi) açıldı. Bu okulda müslüman ve gayri müslim çocukları karışık olarak okuyacaklar, eğitim Fransızca, yönetim de Fransızlar’ın elinde olacaktı. 1869’da Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi neşredilerek maarif teşkilâtı yeniden düzenlendi. İlköğretim mecburiyeti getirildi. Millî eğitim hizmetlerinin bir devlet görevi olduğu kabul edildi. Dinî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli tahsil kademeleri teşkilâtını kurmak ve yürütmek üzere, maarif nâzırının başkanlığında bir Meclis-i Kebîr-i Maârif kuruldu. 1870’te bu nizamnâmenin bütün vilâyetlerde uygulanması için yönetmelik hazırlandı. Aynı yıl telif ve tercüme nizamnâmesi neşredildi. 1870’te Dârülmuallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu açıldı. 1867’deki Fransız notasında açılması tavsiye edilen dârülfünun, bu tarihten iki yıl sonra neşredilen Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde yer almıştır. Uzunca süren çalışmalardan sonra ilk üniversite olan Dârülfünûn-ı Osmânî, Çemberlitaş’ta yeni inşa ettirilen binada (bugünkü Basın Müzesi) 8 Şubat 1870’te resmen açıldı. Fakat 1871 yılı sonuna doğru yine Abdülaziz tarafından kapatıldı. Cevdet Paşa’nın maarif nâzırlığı zamanında 1874’te Mekteb-i Sultânî binasında dârülfünun tekrar faaliyete başladı.
Abdülaziz devrinde teknik ve meslekî eğitimde de ileri adımlar atıldı. Midhat Paşa Niş valisi iken 1860’ta orada ilk defa bir sanat okulu kurdu. Kimsesiz ve yetim çocukların alındığı bu okula “ıslahhâne” adı verildi. 1864’te Sofya ve Rusçuk’ta da ıslahhâneler açıldı. Aynı yıl İstanbul’da Maarif Nezâreti’nin idaresinde bir sanayi sergisi tertiplendi ve bu vesileyle bir de sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa mallarıyla rekabet edebilmesi için yeterli bilgiye sahip eleman yetiştirmek amacıyla Sultanahmet’te bir sanayi mektebi açılmasına karar verildi. Burada çeşitli meslekler öğretildi. 1869’da kız sanayi mektebi, ertesi yıl Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyye içinde sivil kaptan mektebi açıldı. 1865’te Yûsuf Ziyâ Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa ve Tevfik Paşa tarafından kurulan ve Kapalı Çarşı esnafının çıraklarına serbest dersler vermeye başlayan Cem‘iyyet-i Tedrîsiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, cemiyet üyeleri yalnız yetim müslüman çocukların okutulması için Dârüşşafaka’nın kurulmasına karar verdiler. Başta Abdülaziz olmak üzere devlet büyükleri, Mısır hidivi ve bazı kuruluşların verdiği otuz beş bin altın ile mektebin inşasına başlandı. 1873’te lise derecesinde eğitime başlayan bu müessese de böylece memlekete kazandırılmış oldu. Damad Ahmed Fethi Paşa’nın gayretleriyle 1847’de kurulmuş olan ilk müze, 1869’da Müze-i Hümâyun adıyla geliştirildi. Osmanlı ülkesinde eski eser araştırmaları Maarif Nezâreti’nin iznine bağlandı. Yapılacak kazılardan çıkacak eşyanın üçte biri memlekete ait olacaktı. 1866’da Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne adı ile ilk sivil tıp okulu açıldı ve Askerî Tıbbiye binasında ayrı bir dershanede öğretime başladı. 1867’de de eczacılık mektebi açıldı.
Abdülaziz zamanında idarî ve hukukî alanda da önemli adımlar atıldı.
Abdülaziz devrinde yapılan diğer bir yenilik de yabancılara mülk edinme hakkının tanınmış olmasıdır. 1856 tarihli Islahat Fermanı’nda temas edilen bu mesele, Batılı devletlerin uzun süren baskıları sonunda, 10 Haziran 1868’de beş maddelik bir kanunla halledildi. Buna göre yabancılar, Hicaz bölgesi hariç, Osmanlı ülkesinde mülk edinme hakkını elde ediyorlardı. Yine Batılı sermayedarların en çok şikâyet ettikleri “evkafın mülke tahvili” konusu da 1873’te çıkan bir irade ile çözüme kavuşturuldu. Böylece vakıf mallarının yabancılara satılmasını engelleyen eski kanun ortadan kaldırılmış oldu.
Abdülaziz döneminde bankacılık alanında da önemli adımlar atıldı. Midhat Paşa’nın ziraî kredileri teşkilâtlandırmak ve çiftçiyi desteklemek amacıyla 1863’te Niş’te başlattığı çalışmalar sonunda, 1867’de “memleket sandıkları”, yine onun gayretleriyle 1868’de Emniyet Sandığı kuruldu. Ayrıca, Fransız ve İngiliz ortak grubuna 1863’te Bank-i Osmânî-yi Şâhâne (Osmanlı Bankası) adıyla bir banka kurulmasına izin verildi. Bir ticaret bankası olarak kurulan bu yabancı sermayeli bankaya daha sonra banknot çıkarma yetkisi de verildi. 1930 yılına kadar Türkiye’de Merkez Bankası’nın görevini bu banka yaptı.
Sultan Abdülaziz zamanında birbiri arkasına yapılan bu yeniliklerin birçoğu Batılı devletlerin baskıları sonucu gerçekleştirilmiştir. Ancak bunları yetersiz gören bazı Türk aydınları bir muhalefet cephesi oluşturdu. Bu cephenin hükümetin icraatına karşı başlattığı tenkitler, bu sırada oldukça gelişen basına da yansıdığı için, ilk sansür nizamnâmesi sayılan Kararnâme-i Âlî neşredildi (5 Mart 1867). Bunun üzerine başta Ziyâ Paşa, Nâmık Kemal ve Ali Suâvi olmak üzere devrin bazı aydınları Avrupa’ya kaçarak faaliyetlerini orada sürdürdüler. Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa’nın desteklediği bu aydınlar Yeni Osmanlılar adı ile tanındı.
Abdülaziz devrinde pek çok önemli yapı inşa edildi. Bunların başında Çırağan Sarayı gelmektedir. Avrupa’daki emsallerinden üstün olan bu saray dört milyon Osmanlı altınına mal olmuştur. Beylerbeyi Sarayı da yine bu devirde yapılmıştır. Bunlardan başka Kâğıthane Kasrı tamir edildiği gibi, Çekmece ve İzmit av köşkleri de yine bu dönemde inşa ettirilmiştir. Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Vâlide Sultan tarafından yaptırılan Aksaray’daki Vâlide Camii 1871’de tamamlandı. Kasımpaşa’da bir yangın sonucu harap olan Câmi-i Kebîr de yine Abdülaziz tarafından iki minareli olarak yeniden yaptırıldı.
Abdülaziz zamanında borçlar 200 milyon altına ulaşmıştı. Bir yılda borç ve faiz olarak ödenen miktar ise on dört milyon altına çıktı. O sıralarda Osmanlı Devleti’nin takip ettiği malî politika, borcu borçla ödemek ve bütçe açığını yeni borçlarla kapatmaktı. Dışarıdan borç alma imkânı olmadığı durumlarda da Galata sarraflarından yüksek faizlerle borç alma yoluna gidiliyordu. Bu malî politika, sonunda devleti iflâsın eşiğine getirdi.
1875 yılı bütçesinde beş milyon altın lira açık vardı ve artık iç ve dış borçlanma imkânı da kalmamıştı. Sadrazam Mahmud Nedim Paşa, Rus elçisi General Ignatiyef’in tavsiyesine uyarak, bütün Avrupa’nın hışmını Osmanlı Devleti üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875 tarihli bir kararla, devletin borç taksidi ve faiz olarak ödediği yıllık on dört milyon liranın yarısının beş yıl için kesileceği, buna karşılık yüzde beş faizli “esham” verileceği ilân edildi. Bu eshama gümrük, tuz, tütün gelirleriyle Mısır vergisi karşılık gösterilmişti. Hükümet bu yedi milyonun beş milyonu ile bütçe açığını kapatacak, iki milyonu ile de Rumeli’deki askerî harekât masraflarını karşılayacaktı.
Karar içte ve dışta büyük yankı uyandırdı. Avrupa’da, ellerinde Osmanlı tahvili bulunanlar Türk elçilikleri önünde gösterilere başladılar. Avrupa gazetelerinde Türkler aleyhine ağır yazılar çıktı. Bu durum devletin itibarını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlılar’a düşman yaptı. Esasen Rus elçisinin amacı da buydu. Diğer taraftan Hersek’te gelişen olaylar Avrupa devletlerini yeni kararlara itti. Devlet adamları arasındaki mücadele de günden güne artmaktaydı.
Midhat ve Hüseyin Avni paşalar Abdülaziz’i hem devlet için, hem de kendileri için zararlı gördüklerinden düşmanca bir tavır içinde idiler. Bu arada İstanbul medreselerindeki talebeleri de el altından kışkırtıyorlardı. 10 Mayıs 1876 günü Fatih, Bayezid ve Süleymaniye medreseleri talebeleri dersleri boykot ederek gösterilere başladılar. Bunlara Şirvânîzâde Ahmed Hulûsi ve Gürcü Şerif Efendi gibi üst rütbede bazı âlimler de katıldı. Harekât planı, bu sırada görevinden azledilmiş bulunan Midhat Paşa’nın Topkapı dışındaki konağında yapılmıştı. Midhat Paşa, talebelere verilmek üzere para da göndermişti. Nümayişçiler Yıldız Sarayı’nın önüne kadar gelerek şeyhülislâm ile sadrazamın azledilmesini istediler. Abdülaziz 12 Mayıs Cuma günü, sadrazamlığa Mütercim Rüşdü Paşa’yı, şeyhülislâmlığa Hasan Hayrullah Efendi’yi, seraskerliğe de Hüseyin Avni Paşa’yı tayin ettiğini, Midhat Paşa’nın da Meclis-i Vükelâ üyeliğine memur edildiğini ilân etti. Böylece talebenin gösterisi son buldu.
Mütercim Rüşdü, Midhat ve Hüseyin Avni paşalarla Hasan Hayrullah Efendi ekibi iş başına geldikten sonra planlarının ikinci safhasını, yani Abdülaziz’in hal‘ini ele aldılar. İşe devrin anlayışına göre şeriata uygun bir şekil vermek gerekiyordu. Bunun için Fetva Emini Kara Halil Efendi, şeyhülislâm vasıtasıyla Midhat Paşa’nın konağına davet edildi. Midhat Paşa kendisine, “Padişah mülk ve milleti tahrip ve müslüman beytülmâlini israf etti. Halkın halini ıslah için tahttan indirilmesi düşünülüyor. Buna şer‘an cevaz var mıdır?” diye sordu. Kara Halil Efendi de, “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” dedi. Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa’nın, Dolmabahçe Sarayı’nı askerle sarıp veliaht Murad Efendi’yi alarak Serasker Kapısı’na getirmesine ve orada Murad’a biat edilip Abdülaziz’in hal‘edilmesine karar verildi. Olayların yatıştığını zanneden Abdülaziz ise bütün bu olup bitenlerden habersizdi.
Hal‘ kararının uygulanması, Hüseyin Avni Paşa’nın Paşalimanı’ndaki yalısında toplanan kumandanlar arasında 26 Mayıs 1876 günü tekrar gözden geçirildi. Tarih olarak 31 Mayıs kararlaştırıldı; fakat beklenmedik bazı olaylar yüzünden 30 Mayıs’a alındı. Sultan Abdülaziz önce Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirildi. Burada kendisine III. Selim’in dairesinin ayrılmış olduğunu görünce müteessir oldu. “Beni de amcam Sultan Selim gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Üstelik dairede oturacak yer yoktu. Kendisinin ve çocuklarının o sırada yağan yağmurdan sırılsıklam olmuş bir halde ortada kalması, eski hükümdarı büsbütün incitmişti. Bir müddet sonra hazırlanan odaya geçince de Sultan Murad’a bir mektup yazdı ve kendi isteğiyle Fer‘iye Sarayı’na nakledildi (1 Haziran 1876). Fakat 4 Haziran 1876 günü odasında bilek damarları kesilmiş bir vaziyette bulundu.
Zeki bir insan olan Abdülaziz, memleketin tam bir dikta rejimiyle yönetilemeyeceğini biliyordu. Kanun hâkimiyetinin esas kılınması, hükümet işlerinin hükümet adamlarına bırakılması gerektiğine inandığı halde, hükümdarların düşünce ve kararlarında serbest ve bağımsız olmasının saltanat icabından olduğu fikrinden de kendisini alamıyordu. Devlet işleriyle kafa yormak istemeyen, her güçlüğe devlet adamlarının çare bulması gerektiğine inanan Abdülaziz, boş zamanlarında resim de yapardı. Topkapı Sarayı Müzesi, Kahire Menyel Sarayı Müzesi ve Aksaray Vâlide Camii’nde bulunan yazılarına bakarak celî sülüste iyi bir hattat olduğu söylenebilir.
Sultan Abdülaziz’in Çemberlitaş’taki türbesi
https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulaziz
BEYLERBEYİ SARAYI
Adres: Beylerbeyi, Abdullahağa Cd., 34676 Üsküdar/İstanbul
Üsküdar Beylerbeyi Sarayı, Osmanlı padişahlarının sayfiye mekânı ve yabancı devlet başkan ya da hükümdarlarının ağırlanacağı bir devlet konuk evi olarak düşünülmüş ve devrin padişahı Sultan Abdülaziz’in (1861-1876) isteği üzerine inşa edilmiştir. Baş mimarı Serkis Bey Ermeni Balyan ailesindendir. Balyan ailesinin esas işi müteahhitliktir. Dolmabahçe sarayının müteahhidi de bu aile idi. Sarayın iç ve dışındaki Barok sitilinin görülmesi, yapımı esnasında batı mimarisinin çok etkisinde kalındığını gösterir. Saray 12 Nisan 1865 günü, Beylerbeyi camiinde kılınan Cuma namazının ardından Sultan Abdülaziz Han tarafından açılışı yapıldı.
Beylerbeyi Sarayı Bodrum ve 2 normal katla beraber 3 katlıdır. Bu sarayda 23 oda 6 salon olmak üzere 29 birim vardır. Saray haremlik ve selamlık olarak iki ana bölümdür. Ana binanın üç kapısı vardır. Bu kapılardan Üsküdar tarafı yüzünde olanı Selamlık bölümü içindir. Beykoz tarafına bakanı yüzdeki de Harem bölümü kapısıdır. Salon tavanları Osmanlı armalı bayraklı Osmanlı askeri gemi resimleri ile süslenmiştir. Sultan Abdülaziz Han Donanmayı ayrı severdi. Sultan Abdülaziz’in denize olan tutkunluğu nedeni ile bu şekilde gemi resimlerine ilaveten bazı odalardaki koltukların hatta asılı aynaların kenarları gemi halatı süslüdür.
Batı ve Doğu üsluplarının karıştırılması ile inşa edilen Beylerbeyi Sarayı, Harem ve Mabeyn bölümleri ile Türk evi plan özelliğini taşımaktadır.
Beylerbeyi Sarayı'na da önceden İstavroz Sarayı denirdi.
Eski Saray I. Sultan Ahmed devrinde yapılmıştı. I. Abdülhamid devrinde terk edildi.
Yazlık Saray yapıldıktan 19 sene sonra 1851'de yandı.
Saray, ziyaretçilerini, hemen girişinde bulunan Sultan II. Mahmud Çeşmesi ile karşılar. Çukurda kaldığı için zeminine taş basamaklarla inilen çeşme, som mermerden yapılmıştır. Ayna taşının etrafı şekilli kornişlerle süslenmiş olup köşelerinde birer çiçek kabartması bulunur. Sağlam durumdaki teknesi derindir. Teknenin üstündeki musluğa yakın testiliklere verilen kavisler, görünümü güzelleştirir. Çeşmenin yanlarında yer alan iki kalın sütun üzerindeki iki silmenin arasını, birbirinin aynısı olan yıldızlı ve perdeli dört kabartma motif süsler. Alınlığındaki altı mısralı kitabenin iki yanında, dal ve yaprak şeklinde kıvrımlı kabartma motifler bulunmaktadır. Kitabenin şairi, Sultan II. Mahmud tarafından ‘Şairlerin Meliki’diye taltif edilen Şair Hilmi Hasan Efendi’dir. Yesarizade Mustafa İzzet Efendi imzalı kitabe büyük hattatımızın ilk eserlerindendir.
Sarayın bahçesi pek güzel ağaçlar, havuzlar ile bezenmiştir. Toplam yedi setten oluşan bahçede, setler arasındaki bağlantılar, rampalar ve merdivenler aracılığı ile sağlanmıştır. Üst bahçeyi üç köşk süslemektedir. Boğaziçi Köprü’sünün tam altında kalan Ahır Köşkü (Hasahır), II. Mahmud dönemindeki saray yapısından günümüze ulaşan Mermer Köşk, arka cephesi Şahbaz Yiğit Sokağı’na bakan Sarı Köşk.
Beylerbeyi Sarayı’nın 250 metreyi bulan oldukça uzun bir rıhtımı vardır. Bu rıhtım ile sarayın bahçesi arasındaki kesintisiz bir duvar boydan boya uzanır. Rıhtım ile bahçe arasındaki bağlantı iki muhteşem kapı ile sağlanır. Rıhtım üzerindeki iki deniz köşkünden. Üsküdar tarafındaki selamlık, diğeri ise haremlik köşküdür.
Beylerbeyi Sarayı, tarih boyunca pek çok ünlü ismi misafir olarak ağırlamıştır. Bu misafirlerden birisi de Sultan II. Abdülhamit’dir. Sultan 10 Şubat 1918 de Beylerbeyi Sarayı’nda vefat etmiştir.
https://www.uskudar.bel.tr/tr/main/pages/beylerbeyi-sarayi/38
SULTAN ABDÜLAZİZ AV KÖŞKÜ VE İZCİ EVİ MÜZESİ
Adres: Altunizade, Validebağ Korusu, 34662 Üsküdar/İstanbul
Kasr-ı Hümayun - Saray Müze (Sultan Abdülaziz'in Av Köşkü) Demiryolunun kuzeyinde Saat Kulesinin yanındadır.
Kasr-ı Hümayun, İzmit’in merkezinde müştemilatı ile birlikte geniş bir alanda yer alır.
İlk kez IV. Murat döneminde ahşap temeller üzerinde inşa edilmiştir. Ancak yangın ve deprem nedeni ile yıkıldığı anlaşılmıştır.
Günümüze ulaşan yapı; Sultan Abdülaziz döneminde (1861-1876) yapılan saraydır.
Neo–Klasik üslupta, Avrupa-Barok stilinde, iki katlı olup cephesi mermer kaplıdır. Binanın tavan süslemeleri Fransız ressam SASON’un eseridir. Süslemelerde, Osmanlı arması, Abdülaziz’in tuğrası, bayrak, mızrak, balta ve kılıçtan oluşan grup motifleri, çiçek ve meyve bezemeleri bulunmaktadır.
Sarayın namaz kılınmayan serbest bölgesini içine alan alt kat salon tavanında, geyik ve aslan motifleri bulunur. Sarayın alt kat zemini mermer, üst kat ahşap mermer parke döşemelidir.
Mimarı Balyan kardeşlerden Amira Karabat BALYAN’dır.
Kasr-ı Hümayun’un en önemli özelliği İstanbul dışında yapılan tek saray olmasıdır. 1967 yılına kadar Vilayet ve Ziraat odaları olarak hizmet veren saray binası, bu yıldan sonra İzmit müzesi olarak kullanılmış, 1992 yılında restorasyona alınan müze 17 Ağustos 1999 depremi ile ağır hasar görmüştür. Valiliğimizce İl Özel İdaresi Bütçesinden 2004 yılında restorasyona başlanmış ve 2005 yılında tamamlanmıştır. İç tefrişi tamamlanan Kasr-ı Hümayun, SARAY MÜZE olarak 16 Ocak 2007 tarihinde hizmete açılmıştır.
https://muze.gov.tr/muze-detay?DistId=MRK&SectionId=KSM01
RUM MEHMED PAŞA
(-1474)
Kökeni ve hayatı hakkında devrin kaynaklarında çok az bilgi vardır. Kemalpaşazâde, onun İstanbul’un fethinde esir düşen Rumlar’dan olup gılman olarak saray hizmetine alındığını yazar. Bu bilgi dolaylı da olsa Mehmed Paşa’nın çağdaşı Âşıkpaşazâde’nin tarihinde de yer alır ve onun Michael Kritovulos’un sözünü ettiği eşraf çocuklarının en iyilerinden biri olduğunu düşündürür. Franz Babinger’in Mehmed Paşa’nın menşeinin Anadolu veya Dimetoka olabileceği iddiası mevcut kaynaklarla desteklenmemektedir. Muhtemelen Enderun Mektebi’nde yetiştirilerek yükselmiş ve bu arada Fâtih Sultan Mehmed’in güvenini kazanmıştır. 870’te (1466) II. Mehmed’in Arnavutluk seferinin hemen ardından ikinci vezirlik makamına getirildi.
Kaynaklara göre, Fâtih Sultan Mehmed’in 872’deki (1468) Karaman seferinde Mehmed Paşa ile Vezîriâzam Mahmud Paşa arasında bulunan gizli rekabet ve çekişme su yüzüne çıktı. Mehmed Paşa, Mahmud Paşa’nın İstanbul’u ihya ve iskân etmek için Lârende (Karaman) ve Konya’dan birkaç yüz hânenin sürgün edilmesinde yeterince sert davranmadığı suçlamasında bulundu. Nitekim kısa bir süre sonra Mahmud Paşa’nın yerine sürgün işini acımasızca tamamladı ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî torunlarından olan Emîr Ali Çelebi’yi de İstanbul’a gönderileceklerin arasına soktu. 873’te (1468-69) Mahmud Paşa’nın sadrazamlıktan azlinin ardından Rum Mehmed Paşa’nın bu makama getirildiğine dair iddialara rağmen bazı kayıtlar, Mahmud Paşa’nın sadrazamlıktaki halefi olarak Rum Mehmed’e değil İshak Paşa’ya işaret etmektedir. Rum Mehmed Paşa’ya karşı aşırı derecede ön yargılı olan Âşıkpaşazâde’nin belirttiği gibi Mehmed Paşa, Karaman’daki tehcir harekâtının sonunda Keblü oğlu Muhyiddin’in yerine Mevlânâ Vildan’ı kazaskerliğe getirtmeyi başardı. Mehmed Paşa 874’te (1469-70) yine Karaman’a gönderilip Mut Kalesi’ni tahrip ederek seferini başarıyla tamamladı.
875’te (1470) Mehmed Paşa, Eğriboz fethine önemli katkıda bulundu ve aynı yılın sonbaharında tekrar Karaman’a gönderilince Lârende ve Ereğli’yi tahrip ederek Toros dağlarının kuzeyini ele geçirdi. Güneye Varsaklar’a karşı yürürken Varsaklı Uyuz Bey’in kurduğu pusuya düştü ve kendini zor kurtardı. Âşıkpaşazâde ve Neşrî’ye göre Mehmed Paşa bu arada Alanya’yı fethetmekten vazgeçti. Bunun sebebi Alâiye Beyi Kılıcarslan’ın kız kardeşiyle evli olmasıydı. 1471’de İshak Paşa, Ankara’ya kadar yürüyen Karamanoğlu Kasım Bey’e karşı başarılı olamadığından azledilince Mehmed Paşa sadrazamlığa yükseldi. Bu dönemde kitâbesinden anlaşıldığı üzere (876/1471-72) Üsküdar’daki cami, medrese, hamam, imaret ve türbeden ibaret külliyesini tamamladı. Burasının vakıf gelirleri arasında Mehmed Paşa’nın Manisa’da yaptırdığı bir bedesten de bulunuyordu.
877 (1472) senesi yazında Karamanoğulları’nı himayesi altına almış olan Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ın bir ordusunun Tokat’a ilerleyip şehri zaptederek yağma ettiği haberi üzerine Mehmed Paşa makamını yitirdi. Bu tarihte idam edildiği yolunda görüşler varsa da 879 (1474) yılında Cem Sultan’ın atabeyi olarak Karaman’da bulunduğuna dair bir kayıt mevcuttur. Halil İnalcık, İdrîs-i Bitlisî’nin Heşt Bihişt’ine dayanarak Mehmed Paşa’nın Varsaklar’a karşı başarısız olan seferinin bu tarihte yapıldığını ve paşanın azli ve idamı ile sonuçlandığını yazar. Onun hakkında ağır tenkitlerde bulunan Âşıkpaşazâde, “İt gibi boğdular” derken tarih vermez. Kemalpaşazâde ise yine tarih belirtmeden Mehmed Paşa’nın idamını Karamânî Mehmed Paşa’nın nifakına bağlar. Diğer taraftan genişletilmiş Oruç Bey tarihinde Rum Mehmed Paşa, Gedik Ahmed Paşa’nın damadı olarak gösterilir. 885 (1480) gibi geç bir tarihte Anadolu beylerbeyi diye zikredilirse de bu kaydın doğruluğunu destekleyecek başka bilgi yoktur.
Osmanlı tarihçileri, Âşıkpaşazâde’ye dayanarak genellikle Mehmed Paşa hakkında olumsuz ifadeler kullanmakta, özellikle İstanbul’da fetihten sonra yeni getirtilenlere ve ulemâya tahsis edilen evlerden kira alınması kararındaki rolü üzerinde durmaktadır. Bunun dışında Âşıkpaşazâde onun vezirliği sırasında ulemâya ve fakirlere dağıtılması gereken in‘âmları, elbiseleri ve kumaşları verdirmediğini yazar. Rum Mehmed Paşa’nın İstanbul’daki eserleri yanında Tire’de cami, han ve türbe yaptırdığı bilinmektedir.
https://islamansiklopedisi.org.tr/rum-mehmed-pasa
RUM MEHMET PAŞA TÜRBESİ
Adres: Aziz Mahmut Hüdayi, Eşrefsaat Sokağı No:10, 34672 Üsküdar/İstanbul
Türbe, Rum Mehmet Paşa Camii'nin kıblesi yönünde, yıkılmış bulunan medresesinin önündedir. Sekiz yüzlü türbe, tamamen kesme taştan yapılmış olup alt üst pencerelerden ışık alır. Üst pencereler sivri kemerli, alt pencereler ise, dikdörtgen şeklinde ve klâsik parmaklıklıdır. Tek sağır kubbesi kalın türbe duvarları üzerine oturtulmuştur. Ayrıca bir kasnağı yoktur. Cami ile türbenin ayrı ayrı malzemelerden yapılmış olması, türbenin daha sonraki bir zamanda yapılmış olabileceğini akla getirmektedir. Şimdiki haliyle, kapısının önünde bir revakın bulunup bulunmadığı belli değildir. Yuvarlak kemerli kapısının iki yanı mermer sövelidir. Eskiden mevcut olduğu sanılan kitâbe boşluğuna son tamiri sırasında düz bir mermer yerleştirilmiştir. Türbenin içinde ahşap bir sanduka vardır. Bunun etrafı yine ahşap bir parmaklık ile çevrilmiştir. Önüne sonradan konulan ve içinde birçok yanlışları bulunan levha kitâbe okunmaz hale gelmiştir. Hadîka yazarının belirttiği gibi "Sandukası örf ile müzeyyendir." Fakat bu kumaştan yapılmış olan serpuş, türbenin içi gibi, perişan durumdadır. Türbe duvarlarını ve kubbesini süsleyen kalem işi bezemeler yer yer bozulduğundan üzerine beyaz bir badana çekilerek sevimsiz bir hale getirilmiştir. Bezemelerin yalnız kapı üzerinde olanı bir nümûne olur düşüncesi ile bırakılmıştır. Türbe pencereleri içten kapaklıdır. Rum Mehmet Paşa "Şehr-i Safer sene 875 tarihi Saferü'l-hayrında" vefat etmiştir ki, bu Hicri tarih, Ağustos 1470 Milâdi tarihinin karşılığıdır. Paşa'nın hayatı için camii bahsine bakınız. Rum Mehmet Paşa'nın, Osmanlı Devleti'nin 33. Şeyhülislâmı Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi'nin büyük amcası olduğu söylenir. Abdülaziz Efendi'nin (1591-1657) babası Rumeli Kazaskeri Karaçelebizâde Hüsameddin Efendi Rum Mehmet Paşa Camii mütevellisi idi. İki kere Sadrazam olmuş olan İzzet Mehmet Paşa'da Rum Mehmet Paşa'nın ahfadından olup 1198 Rebiyülevvelinin 13'ünde (5 Şubat 1784) Belgrad'da vefat etmiştir. İstanbul'da Balıkpazarı Kapısı dışında, Haliç kıyısında bugün mevcut olmayan bir camii vardı. Türbenin sağ ve solunda kabirler bulunmaktadır. Soldaki hazîrede Mehmet Paşa'nın bazı ahfadı gömülüdür. Bunlardan biri, Aynülhayat isimli kızıdır.
https://www.uskudar.bel.tr/tr/main/erehber/turbeler/13/rum-mehmet-pasa-turbesi/1218
RUM MEHMED PAŞA CAMİ
Adres: Aziz Mahmut Hüdayi, Eşrefsaat Sokağı No:10, 34672 Üsküdar/İstanbul
Şemsi Paşa Camii’nin üstündeki sırtta kendi adıyla anılan mahallede yer alan külliye, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kısa bir süre sadrazamlık yapan Rum Mehmed Paşa tarafından 876 (1471-72) yılında inşa ettirilmiştir. Cami, türbe, medrese, hamam ve imaretten oluşan külliyeden günümüze yalnızca cami ile türbe ulaşmıştır.
Fetihten sonra şehirde inşa edilen ilk dinî binalardan olan Rum Mehmed Paşa Camii tabhâneli camiler grubuna girer. Ancak merkezî kubbenin mihrap yönünde bir yarım kubbe tarafından desteklenmesi yapıdaki önemli bir farklılıktır. Binanın iki yanındaki kubbeli ikişer küçük oda tabhâne kısmını oluşturur. Yuvarlak formlu, sekiz pencereli kasnak üzerinde yükselen ana kubbeye geçiş pandantiflerle sağlanmakta olup ağırlık geniş tuğla kemerler tarafından taşınmaktadır. Yarım kubbeli örtü sistemi sebebiyle güney kısmı dışındaki cepheleri hareketlendiren bu kemerlerle kavisli bir görünüm elde edilirken kemerlere kadar olan kısımdaki kesme taş örgüsü bu noktadan itibaren taş-tuğla almaşık örgüye dönüşür. Kirpi saçakla nihayetlenen cepheler tuğla kemerli pencerelerle değerlendirilmiş, doğu ve batı cephelerine birer çörten yerleştirilmiştir.
Cami, yapısında önemli değişikliklere yol açan onarımlar geçirmiştir. 1953 yılında gerçekleştirilen restorasyonda o döneme kadar düz bir saçakla nihayetlenen kasnak, tuğla kemerlerin örülmesi sonucu yüzeyindeki pencerelerin saçaktan yukarı taşmasıyla dalgalı bir görünüm kazanmıştır. Benzer durum mihrap yarım kubbesini taşıyan kasnakta da mevcuttur. Bu süreçte son cemaat yeri de yeniden ele alınmış, kubbeli revakının yıkılması üzerine önce 1950 yılındaki onarımda son cemaat yeri ahşap çatı ile örtülmüş, 1953’te altı sütuna oturan tuğla kemerlerin taşıdığı beş kubbeli görünümüne kavuşturulmuştur. Ahşap taklidi betonarme gergileri de bu onarımdandır. Sivri kemerli revak dizisini taşıyan, bazıları birkaç parçalı mermer sütunlar kaidesiz olup bezemesiz şişkin başlıklara sahiptir. Son cemaat duvarı ortada giriş, iki yanda ikişer pencere ile değerlendirilmiştir. Dikdörtgen biçiminde sivri hafifletme kemerli alt pencereler harime, sivri kemerli, dışlıklı üst pencereler ise tabhâne mekânlarına açılmaktadır. Küfeki taşından giriş kapısı silmeli bir çerçeve içine alınmış olup sivri formlu kemer aynasında ebced hesabıyla yapının inşa tarihini veren iki beyitlik Arapça kitâbe yer almaktadır. Basık kemerli mermer kapının iki yanı istiridye kabuğu şeklinde nihayetlenen çokgen kesitli birer nişe sahiptir.
Harime önünde ufak bir sahanlığın, yanlarında ise pabuçlukların yer aldığı birkaç basamakla ulaşılır. İki yanındaki ahşap mahfillerden biri hanımlar mahfili olarak kullanılırken hoca odasına dönüştürülmüş olan batıdaki mekânı köşeli, sivri formlu babalara oturan pahlı direkler tarafından taşınmaktadır. Kasetli bir tavan üzerinde yükselen üst kat konsollarla desteklenmiş olup bu kata doğu yönünde yer alan basamaklarla ulaşılmaktadır. Merkezî kubbenin örttüğü mekândan geniş bir kemerle asıl ibadet mekânına geçilir. Bir sekiyle yükseltilen bu bölümün yarım kubbeli örtü sistemine geçiş, uçlarından üçlü iri mukarnas dilimlerinin sarkıtıldığı tromplarla sağlanmıştır. Tromp içlerine ve mihrap üstüne üç adet tepe penceresi açılmıştır. Mihrabın iki yanı ile doğu ve batı duvarlarında da birer pencere yer almakta olup bunlar derin nişlerle iç mekâna açılır. Merkezî kubbenin oturduğu kemerlerin altına iki sıra halinde yedi pencere yerleştirilmiştir. Eski fotoğraflarda sekizi sağır olmak üzere on altı pencereli olduğu görülen kasnak günümüzde sekiz pencerelidir. Barok dönem kalem işleriyle tezyin edildiği bilinen iç mekân bugün sıvalı olup kubbe içlerinde yer yer Fâtih dönemine ait nakışlara rastlanmaktadır. Eni boyuna oranla geniş tutulan alçı mihrap silmeli bir çerçeve içinde yer alır. İki yanda birer sütunçe ile sınırlanan çokgen planlı niş mukarnaslı kavsara ile son bulmaktadır. Minber ve vaaz kürsüsü yenidir. Harimin iki yanında yer alan tabhâne odaları ana kubbenin örttüğü orta mekâna basık kemerli ikişer kapı ile açılmaktadır. Harimden daha alçakta yer alan odalar alt ve üst sıra pencerelere sahip olup her biri ocaklı ve dolaplıdır. Pandantifli kubbeleri çokgen kasnak üzerinde yükselen mekânlar günümüzde depo olarak kullanılmaktadır.
1953’te onarım gören minare, caminin beden duvarına batı yönünden bitişik olup şerefe altı ve küp bölümü mukarnaslı bezeme ile süslenmiştir. Ajurlu şerefe korkuluğu geometrik desenli minarenin silindirik, kalın gövdesine karşılık onarım gören petek bölümü ince ve çokgen planlıdır. Tuğla malzeme kullanımı, dalgalı saçak hatları, yuvarlak kubbe kasnağı gibi özelliklerinden dolayı Bizans dinî mimarisini andırdığı ileri sürülen Rum Mehmed Paşa Camii’nin bu özelliğinin bânisinden kaynaklandığı söylenmiş ve eleştirilere uğramıştır.
Caminin güneybatı yönünde yer alan sekizgen planlı, kubbeli türbede Rum Mehmed Paşa’nın medfun olduğu kabul edilmekle birlikte bir rivayete göre Tire’deki caminin yanındaki türbede cesedi, burada ise başı gömülüdür. Küfeki taşından inşa edilen yapının her cephesine sivri hafifletme kemerli, dikdörtgen formlu alt ve sivri kemerli, dışlıklı üst pencereler açılmıştır. Yapıya kuzeyde yer alan mermerden basık kemerli bir kapıyla girilmektedir. İç mekânı geçmişte kalem işleriyle tezyin edildiği anlaşılan türbenin önünde bir hazîresi vardır.
Muhtemelen caminin kuzeybatı yönünde bulunan ve Hadîkatü’l-cevâmi‘de harap olduğu belirtilen medrese günümüze ulaşmamıştır. Ayvansarâyî ayrıca caminin yakınında yer alan ve zamanımıza kadar gelmeyen bir hamamdan söz eder ki bunun Üsküdar’ın en eski hamamı olduğu düşünülmektedir. Klasik Türk hamam mimarisinin örneklerinden bu çifte hamam 1303 (1886) yılında onarım görmüştür. Yapının ahşap camekân bölümünün sağındaki basamaklardan üst kattaki soyunma odalarına ulaşılmaktaydı. Ilıklık bölümleri dikdörtgen planlı olan hamamda sıcaklıklar dört eyvanlı ve dört köşesi halvet hücreli olarak planlanmıştı. Sıcaklıkta orta birim büyük kubbe, eyvanlar yarım kubbe, halvetler ise küçük kubbelerle örtülü idi. Rum Mehmed Paşa Camii’nin yakınında yer aldığı bilinen imaret de günümüze ulaşmamıştır. Rum Mehmed Paşa burası için Unkapanı’nda bir hamam, evler ve dükkânlar, Manisa’da yaptırdığı bir bedestenle Fâtih Sultan Mehmed’in kendisine hediye ettiği Dimetoka’nın Ada nahiyesindeki Toyca-Oruzlu köyünü vakfetmiştir.
Rum Mehmed Paşa Camii, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 24.05.2011 tarihinde restorasyona alınmıştır. 04.06.2021 Restorasyonu Tamamlanan Rumi Mehmet Paşa Camii tekrar ibadete açılmıştır.
https://islamansiklopedisi.org.tr/rum-mehmed-pasa-kulliyesi