İSTANBUL’UN FETHİ
(1453)
Cristoforo Buondelmonti’nin çizdiği İstanbul haritasının bir kopyası (Vatikan Ktp., nr. 1422)
XIV. yüzyıl başlarında küçük bir beylik olarak Bizans sınır boylarında kurulan Osmanlı Devleti’nin İstanbul’a ilgisi kuruluş devrinin ilk yıllarında başladı. Orhan Bey ve I. Murad dönemlerinde Osmanlı askerleri Bizans’ın pâyitahtı önünde göründülerse de bu ciddi bir saldırı veya kuşatma değil daha ziyade karşılıklı ittifaklar dolayısıyla gerçekleşmişti. İlk ciddi muhasara teşebbüsü Yıldırım Bayezid tarafından yapıldı. Bir süredir sıkı bir şekilde abluka altına alınmış olan şehir 1395’te kuşatıldı; fakat bu sırada Haçlı kuvvetlerinin Balkanlar’a girdiği haber alınınca muhasara kaldırıldı. Niğbolu zaferinden sonra İstanbul’un zaptını kolaylaştırmak için Boğaz’da Anadolu yakasında müstahkem bir kale yaptırıldı ve bu havale kalesi sayesinde şehirdeki faaliyetler izlendi. Bayezid, âni ve sıkı bir kuşatma yerine abluka siyaseti takip ederek büyük ihtimalle Bizans’ı bunaltmak ve zayıf bir anını yakalamak istiyordu; bu yolu tercih etmesinde hiç şüphesiz doğuda ve batıda meydana gelmesi muhtemel birtakım olumsuz gelişmelerin etkisi önemli rol oynamıştı. Abluka döneminde zaman zaman askerî faaliyete girişilmişse de çeşitli dış tehditler fethi engellemiş, 1400 yılı baharında başlayan ve giderek şiddetlenen muhasara da Timur’un Anadolu’ya girmesi üzerine sona ermişti. 1402’deki bozgunun ardından baş gösteren karışıklık devresinde (Fetret devri) Bizans İmparatoru Manuel Palaiologos dikkatli bir siyaset izleyerek Bizans’ın bir süre daha dayanmasını sağladı. II. Murad’ın 15 Haziran 1422’deki muhasara teşebbüsü ise bir bakıma amcası Düzmece Mustafa Çelebi isyanıyla ilgiliydi. 1422 kışında Mustafa’yı yenerek bertaraf eden II. Murad İstanbul üzerine yürüdü ve şehri sıkı bir şekilde kuşattı. Bizans kaynaklarına göre kuşatma bütün kara surları boyunca gerçekleşmişti. Ağustos ayındaki genel hücum şehirde büyük bir telâşa yol açmış; ancak bu arada Murad’ın küçük kardeşi olup Karaman, Germiyan ve Candaroğulları tarafından desteklenen Mustafa’nın isyanı, Bursa’ya yürüyerek burayı kuşatması İstanbul muhasarasının sona erdirilmesiyle neticelenmişti.
Mehmed ikinci defa ve kati şekilde tahta cülûs ettiğinde tek hedefi artık iyice gücünü kaybetmiş olan Bizans’ın başşehri oldu. Daha şehzadeliğinde ve tahta ilk çıktığı yıllarda etrafındakilerin de telkiniyle kuşatma için gerekli planlamaları yapmıştı; böyle bir fethi, devletin geleceğinin teminatı ve kurmak istediği cihanşümul siyasetin dayanağı olarak görüyordu. Öte yandan jeopolitik olarak Rumeli ve Anadolu topraklarının ortasında irtibatı daima engelleyen bir konumda bulunması sebebiyle buranın zaptı öncelik kazanmaktaydı. Coğrafî ve siyasî gereklilik yanında böyle bir fethin mânevî bakımdan yankı uyandıracağı da hesaplanmıştı. İstanbul’un fetih müjdesini bildiren İslâmî gelenek, Konstantiniye’nin fâtihi olma sıfatı dolayısıyla bunu gerçekleştirecek sultana büyük bir mânevî güç sağlayacaktı. Devletin imparatorluk sürecine girebilmesi de buna bağlıydı; zira düşünülen iç reformları uygulayabilmek için böyle bir mânevî sıfata büyük ihtiyaç duyulmaktaydı.
Anonim bir Fransız kroniğinde İstanbul’un fethini tasvir eden minyatür (Paris Bibliothèque Nationale, Fr., nr. 6487, vr. 21a)
İstanbul’un kuşatma hazırlıkları oldukça uzun sürdü. Öncelikle böyle bir harekâtı kolaylaştıracak ve Boğaz’ı kontrol altında tutacak olan bir hisar daha yapılması planlandı. 1452 Nisanında Rumeli yakasında Boğaz’ın en dar yerinde yeni bir hisarın inşasına başlandı. Hatta bu inşaat sırasında Osmanlı askerleriyle yerli halk arasında çıkan bir olay savaş ilânının zâhirî bir sebebi sayılacaktı. Boğaz’dan gelip geçen gemilerin kontrol altına alınmasını sağlayan hisarın yapımı Ağustos 1452’de tamamlandı ve hemen ardından bizzat II. Mehmed, 50.000 kişilik bir kuvvetle ansızın şehir surları önüne giderek incelemelerde bulundu. Üç gün süren bu keşiften sonra geri dönüldü. Bu faaliyetler dolayısıyla Bizans İmparatoru Konstantinos Palaiologos şehrin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu anlamış, Boğaz’dan geçmeye çalışan iki Venedik gemisinin tutulması ve diğerlerinin engellenmesi de Avrupa’da II. Mehmed’in niyetinin kesin biçimde anlaşılmasına yol açmıştı. Venedikliler Osmanlı limanlarında ticaret yapmaktaydılar, ayrıca Bizans imparatoru da onlarla yaptığı ticarî anlaşmaları yenilemişti. Fakat sayıca az da olsa bazı Venedikliler İstanbul’un Türkler’in eline geçmesinde ticarî menfaat görmekteydiler. Hatta Bizans’ın kendi kaderine terkedilmesi konusu ortaya atıldığında Venedik Senatosu’ndaki oylamada yedi kabul oyu çıkmıştı; diğer yetmiş dört kişi şehrin müdafaasına yardım edilmesini istemişti. Ancak o sırada Venedik savaş hali içinde bulunduğundan yapabileceği pek fazla bir şey yoktu; donanması kendi kolonilerini korumakla uğraşıyordu. Venedik’in çaresizliği Ceneviz için de geçerliydi; Galata’da kolonisi bulunan Cenevizliler’in de önemli problemleri vardı. Papa, 1452’de taç giymek için Roma’ya gelen İmparator III. Frederic’e baskı yaparak Osmanlı padişahına sert bir ültimatom gönderttiyse de Bizans’a yardım konusundaki çabaları netice vermedi. Aynı şekilde Bizans imparatoru da yardım konusunda olumlu bir cevap alamamıştı. Son bir gayretle papaya başvurarak Ortodoks kilisesini Vatikan ile birleştirmeye hazır olduğunu bildirdi. Papanın 1452 Mayısında küçük bir Napoli askerî birliğinin eşliğinde yola çıkan temsilcileri 6 Ekim’de İstanbul’a ulaştıklarında saray ve halk tarafından sevinçle karşılandılar. Fakat birleşme için kurulan komitelerde şiddetli tartışmalar cereyan etti; bu arada Osmanlılar’ın kuşatma hazırlıkları bir an önce yardım teminini gerektirdiği için tartışmalar yatıştırıldı ve kiliselerin birleştirildiği ilân edildi. Halk ve din adamlarıyla bazı önde gelen askerler buna sessiz kalırlarken alınan kararı destekleyen kesimler de şehir tehlikeyi atlattıktan sonra bu konunun tekrar gözden geçirilebileceği ümidini taşıyordu.
Bertrandon de la Broquière’in seyahatnâmesinde İstanbul’un Türkler tarafından kuşatılmasını tasvir eden minyatür (Le Voyage d’outremer, Bibliothèque Nationale, Ms, nr. 9087)
Bizans’ta bu gelişmeler olurken II. Mehmed de kuşatma hazırlıklarını hızla sürdürmekteydi. Ancak bu hazırlıklar, mevcut maddî kaynakların sonuna kadar zorlanmış olmasından dolayı geniş çaplı bir sosyal huzursuzluğa yol açmıştı. Dış siyasette verilen tâvizler, içeride yeni vergiler devlet adamlarını endişelendirdiği gibi halkı da etkiliyordu. Bir bakıma bütün her şey masrafları karşılayacağı ümit edilen fethe bağlanmıştı. II. Mehmed’in tahta çıktıktan sonra yerinde bıraktığı, fakat vaktiyle tahttan indirilmesinde oynadığı rolden ötürü iyi hisler beslemediği Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa ise yeniçerilere dayanan iktidarının verdiği güçle Bizans’a karşı dostluk siyaseti izlenmesi gerektiğini savunuyordu. Onun en büyük endişesi Avrupa’da oluşması muhtemel olan yeni ittifaklardı. Zira II. Murad döneminde bu ittifaklar karşısında yaşanan zor anlara yakından şahit olmuştu. Çandarlı’nın bu tavrına rağmen II. Mehmed onu görevde tutarak diplomasideki maharetinden faydalanmak, Balkanlar’daki yeni tehdit ve oluşumları onun vasıtasıyla engellemek istiyordu. Gerçekten de Çandarlı Halil Paşa bu dikkat çekici diplomatik misyonu başarıyla yerine getirdi. İstanbul’un kuşatma hazırlıklarının askerî cephesini II. Mehmed ve yakın adamları olan Şehâbeddin, Sarıca ve Zağanos Mehmed paşalar ekibi yürütmekteydi.
İstanbul surları bazı yerlerde çifte duvarla çevrili olmakla birlikte devrin şartlarına uygun bir şekilde modernleştirilmemişti. Azametli görünüşüyle kuşatmaya gelenler üzerinde yıldırıcı bir etki bırakan ve uzunluğu 22 kilometreye yaklaşan bu surlar, gerek çok uzun olması gerekse Bizans’ın içinde bulunduğu maddî sıkıntılar yüzünden uzun zamandır iyi bir onarım görmemişti. Fakat yine de aşılması zor bir engel durumundaydı. Haliç kıyısındaki surlar 5,5 km. uzunluğunda olup Ayvansaray’dan Sarayburnu bölgesine kadar geliyor ve buradan Marmara kıyısını takip ederek Yedikule’ye (8 km.) uzanıyordu. Bu bölümde surlar tek sıra halindeydi, bazı yerlerde dik olarak doğrudan denize iniyordu. Kara surları boyunca içleri deniz suyu ile dolu hendekler vardı. Haliç girişi ise zincirle kapatılabiliyor, içeride Bizans ve İtalyan gemileri barınıyordu.
Mehmed’in bizzat planladığı kuşatma yeni bir teknik anlayış çerçevesinde gerçekleşti. Onun kuşatma taktikleriyle ilgili kitaplar okuduğu ve planlar üzerinde çalıştığı rivayet edilir. Sur boyunun uzun olması, kalabalık bir orduyla yapılacak muhasarada müdafiler bakımından bir dezavantajdı; fakat surların kalınlığı ve yüksekliği daha kolay savunma imkânı verebilmekteydi. Yine de sayıca fazla olmayan Bizans askerlerine çok iş düşecekti. II. Mehmed’in bu durumu tahmin ettiği ve planlarını da ona göre yaptığı anlaşılmaktadır. Muhtemelen daha önceki tecrübelerin ışığı altında uzun sürecek bir abluka hareketinin faydalı olmayacağı ve Avrupa’dan gelebilecek askerî ve maddî yardımlara gereken zamanı kazandıracağı hesaplanmış, bir an önce şehrin ele geçirilmesi hedeflenmişti. Öte yandan kılıç gücüyle alınan bir şehrin statüsünün İslâmî geleneğe göre farklı olduğu ve padişaha tam tasarruf hakkı doğduğu da düşünülmüştü. Nitekim muhtelif kaynaklarda İstanbul’un fethinin gazâ geleneğinin bir tezahürü olduğu, buranın memleketin ortasında oluşu yüzünden devletin istikbali için mutlaka alınmasının gerektiği fikrinde olan II. Mehmed’in kılıç yoluyla kazanılan başarının bütün İslâm dünyası ve tebaası nazarında kendisine daha fazla şan ve şöhret kazandıracağını hesaba kattığı ima edilmektedir.
Devrin kaynaklarında kuşatmaya katılan Osmanlı kuvvetlerinin görülmemiş derecede kalabalık olduğu yazılıdır. Bu kabil ifadeler bazı Osmanlı kaynaklarında da yer alır. Rakamlar 100.000-300.000 arasında değişmektedir. Fakat kuşatmaya katılan asker sayısının 100.000 civarında veya bundan biraz daha fazla olduğu söylenebilir. Bunun dörtte birini yeniçeri ve kapıkulları teşkil etmekteydi. Osmanlı ordusunda bilhassa toprak altında tünel kazan (lağımcı) grup arasında 300 kadar Sırp madencinin bulunduğu, ayrıca Alman, Bohemyalı, Macar ustaların görev yaptığı belirtilir. Silâh ve teçhizat yönünden çok kuvvetli olan orduda asıl gücü Anadolu ve Rumeli timarlı askerleri teşkil etmekteydi. Muharebelerde en etkili rolü, piyade askerleri olan kapıkulu ve özellikle ön saflarda çarpışan azebler oynamışlardır. Orduda ayrıca çeşitli yörelerden gelmiş gönüllüler ve başıbozukların yanında içlerinde devrin büyük mutasavvıflarının da bulunduğu tekke şeyhleriyle dervişler de vardı ve bunlar askere mânevî açıdan cesaret veriyorlardı. Padişah üzerinde büyük bir mânevî nüfuza sahip Akşemseddin, Molla Gürânî, Molla Hüsrev gibi tanınmış âlimler hem onu hem de kumandanları mânevî bakımdan destekliyorlardı. Özellikle Akşemseddin’in muhalif kesimlere karşı dinî açıdan böyle bir fethin gerekliliğini savunduğu ve bu yolda II. Mehmed ve yanındakileri kuvvetle desteklediği, bu sebeple de sonradan fethin mânevî mimarlarından biri olarak anıldığı bilinmektedir.
Çağdaş Bizans ve Latin kaynakları şehirde askerî güç olarak 5000 dolayında bir kuvvet bulunduğunu, müdafaaya katılan bazı yardımcı birliklerle bu sayının 8-9000 dolaylarına çıktığını yazar. Ayrıca sivil halk da savunma sırasında surların tamirinde, teçhizat ve malzeme temininde önemli rol oynamıştı. Nitekim Dolfin, şehirde çok sayıda Rum’un bulunmasına rağmen kılıç kullanabilenlerin az olduğunu, bunların da silâh kullanmada usta olmadıklarını, fakat surlar üzerinde ellerinden geleni yaptıklarını belirterek sivil şehir halkının savunmada etkili rol oynadığını ima eder (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 35). Müdafiler, askerî güçleri az olmakla beraber savunma üstünlüğü sebebiyle kalabalık Osmanlı ordusuna bir süre karşı koyabilecek durumdaydılar. Şüphesiz dışarıdan yardım almaksızın uzun müddet dayanabilmeleri imkânsızdı. Bu sırada şehirde 30.000 dolayında sivil nüfusun bulunduğu tahmin edilmektedir. Savunmaya Venedikliler, Cenevizliler ve diğer bazı yabancı güçler de katılmıştır. Bizans kuvvetleri bizzat imparator tarafından seçilen savunma mevzilerine yerleşmişlerdi. İmparator, en iyi birliklerini yanına alarak Topkapı ve Edirnekapı arasında karargâh kurdu, Ocak 1453’te yanındaki 400’ü Cenevizli 700 adamıyla gönüllü olarak Bizans’a yardıma gelen ve şehir savunmalarında ün yapmış olan Cenevizli savaşçı Giustiniani sağ cenahında mevzilenmişti. Daha sonra onun kumanda ettiği Cenevizliler imparatoru takviye için merkeze kaydırıldı. Venedik balyosu Girolamo Minotto ve yardımcıları Tekfur Sarayı savunmasıyla görevlendirilmişlerdi. Bu kesimde daha önce mevcut olup dolmuş olan hendek de savunma tedbirleri alınırken yeniden kazılmıştı. Şehrin belli başlı kapılarından dördünün muhafazası Venedik ve Cenevizliler’in talebi üzerine dört Venedikli kumandana verildi. Eğrikapı ile (Kaligaria) Haliç’teki Xyloporta arasını yaşlı kumandan Teodor Caristino koruyacaktı. Sakızlı piskopos Leonardo ve Langosco kardeşler ise bu bölgedeki hendeğin arkasında mevzilenmişlerdi. İmparatorun sol tarafında Ceneviz birliklerine kumanda eden Cattaneo ile Silivrikapı bölgesinin korunmasıyla görevli Theophilos Palaeologos yer alıyordu. Marmara sahillerinden Yaldızlıkapı’ya (Altınkapı) kadar olan bölümü Venedikli Filippo Contarini korumaktaydı. Cenevizli Manuel de Yaldızlıkapı’yı muhafaza ile görevlendirilmişti. Onun solunda deniz yönünde Demetrios Kantakuzenos bulunuyordu. 2 Nisan günü Venedikli Bartolomeo Soligo Haliç’e zincir gererek girişi kapattı. Sarayburnu’na gelmeden bugünkü Sirkeci civarında Saint Eugenius Kulesi’yle Tophane’de Mumhâne burnunun bulunduğu Galata surları arasına çekilen zincir hattının gerisinde Bizans ve İtalyan gemileri sıralanmıştı.
Marmara sahillerinde surlar daha az askerle korunuyordu. Langa Limanı, Bizans’ta yaşayan Şehzade Orhan ve yanındaki ücretli küçük Türk birliği tarafından savunulmaktaydı. Hipodrom’un altındaki kıyı şeridinde Katalanlar mevzilenmişti. Papanın temsilcisi olarak Bizans’ta bulunan ve dinî birleşme görüşmelerine katılan Kardinal Isidore 200 kişiyle Sarayburnu’na (Acropolis Burnu) yerleşmiş, Haliç kıyılarında Ayvansaray-Fener hattından Sarayburnu’na kadar Gabriel Trevisano, Haliç Limanı sahilleri (Ayakapı’ya kadar olan bölge) Grandük Lukas Notharas kuvvetlerince koruma altına alınmış, kaptan Alvisio Diedo donanma kumandanlığını üstlenmişti. Ayrıca şehir içindeki bazı stratejik bölgelere ihtiyat kuvvetleri yerleştirilmişti. Müdafilerin yeterli sayıda ok, mancınık ve mızrakları yanında birkaç topları da vardı. Zorzi Dolfin, müdafilerin sayıca az olmakla birlikte etkili savunma araçlarının olduğunu, yeteri kadar topun da bulunduğunu belirtirken Kritovulos belde halkının çok kuvvetli olmadığını, hatta şehrin kurtarıcısı olarak görülen deniz cephesinden de nefesinin kesildiğini, İtalya’dan gelmesi beklenen yardımın geciktiğini yazar. Gerçekten de deniz tarafının pek başarılı olmasa da Osmanlı donanmasınca çevrilmiş olması, kuşatmanın kaderinde etkili rol oynamıştır.
Osmanlı ordularının öncüleri 2 Nisan’da surlar önünde göründü ve bunlarla Bizanslılar arasında küçük çaplı bir savaş meydana geldi. Ancak bunları büyük bir Osmanlı ordusunun takip etmekte olduğunu gören Bizans askerleri derhal geri çekilerek şehrin kapılarını kapattılar, hendekler üzerindeki köprüleri yıktılar ve savunma hazırlıklarına son şekli verdiler. Aynı gün surların önüne gelen II. Mehmed, 5 Nisan’da Lycos (Bayrampaşa) vadisinin sol tarafındaki tepenin (Maltepe) üzerinde otağını kurdu, daha sonra birliklerini biraz daha öne alarak cephe oluşturdu. Ayrıca Marmara sahillerinden Haliç’e kadar uzanan sahil surlarını da deniz yönünden teftiş ettirdi, askerî birliklerini önceden hazırladığı plana göre yerleştirdi. Zağanos Mehmed Paşa, Beyoğlu ile Kasımpaşa sırtlarına yerleşen ordunun bir bölümüyle Ceneviz kolonisi durumunda bulunan Galata’dan Kâğıthane’ye kadarki kuzey kıyılarını ve kara surlarının başladığı güney sahillerini baskı altında tutmakla görevliydi. Hasköy ile karadaki surlar arasında bir de köprü kurulması kararlaştırılmıştı. Rumeli Beylerbeyi Karaca Paşa sol tarafta, Haliç’ten itibaren Tekfur Sarayı’nın bulunduğu bölgeyi ve Eğrikapı’ya kadarki kara surlarını kuşatmakla görevlendirildi. Bu cephede büyük toplar da bulunuyordu ve bunların hedefi, saray kesimindeki tek sıra duvar ve burçların Theodosian surlarıyla birleştiği yeri vurmaktı. Anadolu Beylerbeyi İshak Paşa ile Mahmud Paşa, Topkapı’dan Yaldızlıkapı’ya ve Marmara sahilindeki Mermerkule’ye kadar uzanan kısma yerleşmişti. Merkezde Edirnekapı-Topkapı hattında bizzat padişah ve vezîriâzam bulunuyordu. Burası surların en zayıf olarak düşünüldüğü kesimdi ve ordunun en seçkin askerleri bu cephede mevzilenmiş, ağır toplar ve büyük top bu surların karşısına konulmuştu. Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması Marmara kıyıları boyunca dolaşıyor ve herhangi bir yabancı geminin geçmesine engel oluyordu. Bir başka hedef de Haliç ağzına gerilen zinciri zorlamak ve buraya girebilmekti. Zağanos Mehmed Paşa’nın kalabalık askerlerinin bulunduğu mevki hesaba katılırsa başlangıçta II. Mehmed’in zayıf ve savunması güç olan Haliç surlarını baskı altında tutmak, buradan şehre girmek düşüncesinde olduğu anlaşılır. Hatta herhangi bir başarısızlık karşısında muhtemelen donanmayı karadan Haliç’e indirme planları ve hazırlıklar da önceden yapılmıştır.
Surların önündeki Osmanlı birliklerinin en etkili silâhı topları olmuştur. Top ateşinin etkili şekilde kullanıldığı bu kuşatma sırasında devrin kaynaklarına göre bataryalar dikkatle yerleştirilmiş, muhasara boyunca ihtiyaç duyuldukça sık sık yerleri değiştirilmiştir. Kritovulos’a göre Osmanlı topları Edirnekapı, Tekfur Sarayı, Bayrampaşa deresi-Topkapı ve Eğrikapı arasındaki surlar önünde üç tabya halinde yerleştirilmişti. Bazı Bizanslı ve İtalyan müellifler de topçu gücünü her birinde dört büyük topun bulunduğu on dört batarya (bazılarına göre dokuz batarya) olarak belirtir. Muhasara hazırlık faaliyetlerinin tamamlandığı 6 Nisan’da II. Mehmed İslâmî geleneklere uygun şekilde imparatordan şehrin teslimini istediyse de bu teklif kabul edilmedi. Aslında bunun bir formaliteden ibaret olduğu her iki tarafça da biliniyordu. Bazı araştırmacılar 6 Nisan’da, bazıları ise 12 Nisan’da büyük topun ateşlenmesiyle fiilî mücadelenin başladığını yazar.
Top atışlarıyla dövülen sur duvarlarında yer yer gedikler açıldıysa da bunlar müdafiler tarafından derhal tamir edildi. Bu arada Baltaoğlu Süleyman Bey idaresindeki Osmanlı donanması Haliç’e doğru hareket etmişti. Müdafaaya şahit olan Venedikli Barbaro’ya göre 11 Nisan’da Türk topları zayıf sayılan surların önüne çekilmiş ve dört ayrı mevkiye yerleştirilmişti. Kadırga, kalyon ve küçük teknelerden müteşekkil 145 parçalık Türk donanması 12 Nisan’da Beşiktaş-Kabataş önlerinde toplanmış bulunuyordu. Mükemmel şekilde teçhiz edilmiş olanlar on iki kadırga ile yetmiş seksen kalyondu. 12-18 Nisan arasında top ateşi dışında herhangi bir ciddi hücum gerçekleştirilmedi. 18 Nisan’da toplarla tahrip edilen Bayrampaşa deresi yönünde dış surlara yönelik olarak girişilen ilk hücum Guistiniani’nin etkili savunmasıyla sonuçsuz kaldı. Barbaro bu ilk hücumda Türk kayıplarını 200 olarak gösterir. 20 Nisan’da ise İstanbul’a iâşe ve yardım getiren üç Ceneviz gemisi, Çanakkale Boğazı girişinde yanlarına katılan bir Bizans nakliye gemisiyle birlikte İstanbul önlerinde gözüktü. Osmanlı donanması bunları durdurmak üzere harekete geçti ve Yenikapı önlerinde karşıladı. Şiddetli lodos kürekli Osmanlı gemilerinin manevra yapmasını önlüyordu. Yüksek bordolu Ceneviz gemileri kolaylıkla kuşatmayı yarıp Haliç’e girmeyi başardı. Bu başarısızlık kuşatmayı sürdüren ordunun da mâneviyatını kırdı. Denizdeki mücadeleyi damlara çıkmış Bizans halkının ve Zeytinburnu kıyılarından bizzat II. Mehmed’in de seyrettiği rivayet edilir. Bu başarısızlık sadece asker üzerinde değil ulemâ ve kumandanlar arasında da huzursuzluğa yol açmıştı. Nitekim Akşemseddin, gönderdiği bir mektubunda padişahı açık bir şekilde “hükmünü yürütmekten âciz” olmakla suçlayarak derhal gereken tedbirlerin alınmasını istemişti. İlk hücumun ve ardından denizdeki başarısızlığının verdiği hislerle Bizans’ın barış teklifi yeniden müzakere edildi, kuşatmanın kaldırılmasına taraftar olanların başında yer alan Vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa teklifin kabul edilmesini desteklerken Akşemseddin, Zağanos Mehmed Paşa, Molla Gürânî gibi önde gelen ulemâ ve askerler buna şiddetle karşı çıkarak muhasaranın sürdürülmesi gerektiğini savundular. Akşemseddin’in mektubunun bu hararetli tartışmalar sırasında yazıldığı kabul edilecek olursa bu durumda II. Mehmed’in tereddüt içinde bulunduğu, ancak gerek Akşemseddin’in ikazları gerekse yakını olan paşaların ısrarları sonucu kuşatmayı sürdürme kararı aldığı söylenebilir.
Bu karardan sonra başarısızlığın izlerini silecek ve askerin mâneviyatını yeniden takviye edecek tedbirler alınmaya çalışıldı. Kara surlarının uzun süre dayanacağı hesaplandığından daha zayıf olan Haliç surlarını baskı altına almak için muhtemelen önceden düşünülmüş ve hatta hazırlıkları da önemli ölçüde tamamlamış olan, donanmaya ait bir kısım gemilerin karadan çekilerek Haliç’e indirilmesi planı devreye girdi. Gemileri karadan çekerek denize indirme işinin birden olmadığı, bunun için önceden uzun süren hazırlıkların yapıldığı, hatta gerek insan gücü gerekse makineler (Tursun Bey’de “cerr-i eskāl”) vasıtasıyla kızaklar üzerinden çekilen gemilerin birkaç gün süren bu işlemler sonrasında Kasımpaşa sırtlarında birbiri peşi sıra dizildiği ve gece ansızın Haliç’e indirildiği sanılmaktadır. Zira gemilerin bir gecede bu kadar yolu katederek çekilmesi ve Haliç’e indirilmesi pek mümkün görünmemektedir. Bir başka tartışma noktası, sayıları altmış yetmiş olarak verilen bu gemilerin hangi güzergâhtan çekildiği konusudur. Bazı araştırmacılar, Tophane Limanı’ndan Humbaracıbaşı Yokuşu’nu takip ederek Asmalı Mescid’den Tepebaşı yoluyla Kasımpaşa’ya indirildiğini belirtirken bazıları, 2-3 kilometrelik bu arazinin inişli çıkışlı oluşunu hesaba katarak o sıralarda denizin içeri doğru girdiği bir koy durumunda bulunan Dolmabahçe’den veya Beşiktaş’tan itibaren daha düz, inişi ve yokuşu az olan Harbiye yoluyla Kasımpaşa’ya veya daha geride Eyüp tarafının karşısına indirildiği üzerinde dururlar. Ayrıca bu sonuncu hat Zağanos Mehmed Paşa’nın kuvvetlerinin gerisinde kaldığından yapılan işlemlerden Galata Cenevizlileri’nin ve Bizans’ın haberi olmadığı, ilk hat kullanıldıysa bundan Galata’daki koloninin haberdar olmamasının düşünülemeyeceği de ifade edilmektedir. Muasır ve muahhar Osmanlı kaynaklarında ortak olan husus, gemilerin “Galata üstünden, Galata ardından, Galata Kal‘ası’nın üst yanından, Galata ensesinden” çekilerek Kasımpaşa’ya veya Eyüp tarafının karşısına indirilmiş olmasıdır.
21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece muhtemelen önceden çekilerek sıra sıra hazırlanan gemiler birbiri peşi sıra Haliç’e indirildi. İrili ufaklı altmış yetmiş kadar geminin Haliç’te ansızın görülmesi önceki başarısızlıkları örttüğü gibi askerin mâneviyatı üzerinde de etkili oldu, buna karşılık Bizans’ta büyük bir şaşkınlık ve hayal kırıklığına yol açtı. Şehrin müdafaasına katılan tarihçiler bu hadiseden duyulan şaşkınlığı açık bir dille belirtirler. Barbaro’ya göre gemiler Haliç’e inince özellikle burada bulunan İtalyan gemiciler büyük bir korkuya kapılmışlar, buradaki donanma ile Marmara’da Haliç ağzındaki donanmanın birlikte hareket ederek kendi gemilerini yakacağından endişe etmeye başlamışlardı. Bu sebeple Haliç’teki Osmanlı donanmasını yakma teşebbüsünde bulunulduysa da bundan bir sonuç alınamadı. Ayrıca Zağanos Mehmed Paşa’nın Kasımpaşa ve Okmeydanı sırtlarındaki topçuları, Bizans ve İtalyan gemilerinin Osmanlı gemilerine saldırısını önleyici atışlar yapıyordu. Hatta Bizans filosundan iki gemi top ateşiyle batırılmıştı. Haliç’teki donanma kuşatmanın gidişinde çok etkili bir rol oynayamadı; bununla beraber surlara yakın yerde kurulan ve karşıdan karşıya geçişi temin eden, dolayısıyla Haliç’in kuzey sırtlarındaki Osmanlı ordusuyla kara surlarını muhasara eden kuvvetler arasındaki irtibatı sağlayan köprünün korunması işini üstlenmiş, ayrıca karşı tarafa geçişlerde gemilerden çok istifade edilmişti.
Kara surları cephesinde ise Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara 6 Mayıs’ta yapılan umumi hücumla muhasara yeniden şiddetlenmişti. 12 Mayıs’ta Tekfur Sarayı ile Edirnekapı arasına hücum edildi. Edirnekapı-Eğrikapı surları yoğun top atışlarıyla iyice çökertildi, buraya yapılan hücum pek şiddetli olduysa da bir netice alınamadı. 16 Mayıs’ta yer altından büyük bir tünel kazıldı, surların altından geçirilerek şehir içine kadar uzatıldı; fakat Bizanslılar’ca keşfedilen bu tünel karşı taraftan kazılan bir başka tünel vasıtasıyla çökertildi. 18 Mayıs’ta ise büyük ebatlarda inşa edilen yürüyen kule ile surlara yapılan hücum da başarısızlıkla sonuçlandı, kule yakılarak imha edildi. Ancak Barbaro’ya göre kuleyle ordugâh arasında üzeri derilerle kaplı bir yol yapılmış ve Osmanlı askerleri hiçbir kayıp vermeksizin surların önüne kadar rahat bir şekilde ilerleyebilmişlerdi. İçeride bulunan askerler de sur önündeki hendeği doldurarak yığdıkları toprağı surlar boyunca yükseltmişler ve bu da şehrin düşüşünde rol oynamıştı (Kostantıniyye Muhâsarası Ruznâmesi, s. 56-57). Ayrıca Haliç’te dubalar üzerindeki köprü icap ettiği takdirde çekilerek sur kapılarına doğru bir yol oluşturacak şekilde yapılmıştı.
Daha sonraki günlerde top atışları bütün şiddetiyle sürdürüldü. Özellikle şehir içine düşen gülleler ve çıkan ses şehirdeki korku ve panik havasını arttırıyordu. Birbiri ardınca kazılan tüneller ise müdafiler tarafından bulunup çökertiliyordu. Fakat gerek halk gerekse askerler dayanma sınırlarının sonuna gelmişlerdi, yedi haftadır süren kuşatma ümitleri yok ediyor, yardım beklentisini giderek zayıflatıyordu. 23 Mayıs’ta II. Mehmed, İsfendiyar oğlu İsmâil Bey’i Bizans’a elçi olarak gönderip şehrin teslim edilmesini, halkın canına ve malına dokunulmayacağını, imparatora da Mora despotluğunun verileceğini, isteyenlerin arzu ettikleri yere gitmelerine müsaade edileceğini bildirmişse de teklif kabul görmedi; yalnız kuşatma kaldırılırsa eskisi gibi tâbiiyetin kabul edilebileceği ve haraç verilebileceği cevabı alındı.
Bundan sonraki iki üç gün boyunca son bir genel hücum için büyük hazırlıklar yapıldı. Son saldırıyı gerçekleştirmek üzere gerekli planlar tamamlandı. Zağanos Mehmed Paşa Haliç surlarına yüklenecek, Karaca Paşa sağ yanında merkez cepheden Haliç surlarına kadar olan bölgeye, İshak ve Mahmud paşalar merkezden Marmara sahillerine uzanan kesime, padişahın bulunduğu merkez kuvvetleri Bayrampaşa deresi üzerindeki surlara saldıracaktı ve bu son hücumun ağırlık merkezi de Topkapı ile Edirnekapı arası olacaktı. Bu hazırlıklar Bizans’tan haber alınınca Guistiniani, Notaras emrindeki topların Osmanlı merkez kuvvetlerinin bulunduğu kesime kaydırılmasını üstlendi. Fakat Notaras saldırıyı Haliç surlarına beklediğinden buna karşı çıktı; imparatorun emriyle toplar Guistiniani’nin istediği yere gönderildi. Bu arada şehir içinde mâneviyat bozukluğu had safhaya varmakla birlikte aradaki türlü çekişmelere son verilerek toplu bir savunma için çalışmaya başlanmıştı. Rum, İtalyan, Ortodoks ve Katolik ahali bir arada dinî törenler icra ederek beraberliklerini gösteriyor, Ayasofya’da toplananlar ve özellikle din adamları Vatikan’la birleşme sağlanmış gibi bir görüntü içerisinde yan yana dinî törenlere katılıyordu. İmparator ise düzenlediği toplantılarla son hazırlıkları ve müdafaa planını belirlemiş, bunun ardından kumandanlara dış surlardaki yerlerini almalarını emretmiş ve iç surların kapılarını bunların arkasından kapattırmıştı. 28 Mayıs’ı 29 Mayıs’a bağlayan gece şenlikler yapan ve etrafı mum donanmasıyla aydınlatan Osmanlı ordusu, gece yarısına doğru surların etrafını gündüz gibi aydınlatan ve Bizans halkına dehşet veren bu ışıkları birdenbire söndürerek son hazırlıklarını tamamladı.
Bizans’ın düşüşü ile neticelenen son saldırı 29 Mayıs Salı günü sabaha karşı gerçekleşti. Bu hücum bir yerden değil bütün cephelerden birden başlatılmıştı. Donanma Samatya’ya kadar olan Marmara surlarını abluka altına alıp yer yer azeb askerlerini karaya çıkartarak hücuma kaldırırken Edirnekapı ile Topkapı arasındaki kesimde Bayrampaşa vadisi boyunca yıkılmış ve yer yer tamire çalışılmış surlara büyük bir kuvvetle saldırıldı. Birbiri ardınca yapılan üç hücuma Barbaro’ya göre kalabalık birlikler katılmış, top ateşi ortalığı duman içinde bırakarak mücadeleyi daha zor hale getirmişti. Gün doğmadan bir saat evvel büyük top harekete geçirilerek, tamir edilmeye çalışılmış olan yıkık surlara ateşe başlamış ve bazı sur duvarlarını yerle bir ederek hücumu kolaylaştırmıştır. Nitekim bunun ardından 300 Türk askeri ikinci surları aşarak içeri girmiş, burada cereyan eden savaşta arkadan zamanında destek sağlanmadığı için bunlar geri püskürtülmüşlerdi. Fakat hemen ardından büyük bir kuvvet içeri girerek ikinci surları aşmıştı. Barbaro bunların 70.000 kişi olduğunu yazar (a.g.e., s. 66-67); fakat bu rakamın abartıldığı açıktır. Bu şiddetli savaş sırasında Guistiniani yaralandı ve hemen kendi gemisine taşındı; Bizans halkı arasında şehrin düştüğü ve askerlerin içeri girdiği şâyiası yayıldı. Halk panik halinde gemilere binebilmek için Haliç Limanı’na inmeye başladı. Topkapı gediğine saldıran kuvvetlerle Edirnekapı ile Canbazhânekapı (Kerkoporta) arasındaki yıkıntılara saldıran kuvvetler iki sur arasında bir süre çarpıştıktan sonra birleşerek Edirnekapı’daki müdafileri çevirmişler, aynı anda üç noktada onları dağıtarak şehre girmeyi başarmışlardır.
Guistiniani’den boşalan yeri doldurmak için gelen ve bizzat çarpışmaya katılan İmparator Kostantinos aldığı yaraların tesiriyle burada hayatını kaybetmiştir. İmparatorun yakın adamlarından olup muhasarayı anlatan Francis, Hasan adlı bir yeniçerinin surun bu yıkık bölgesinde cesaretle tepeye çıktığını, Bizans askerlerini kaçırdığını, yanına otuz kadar yeniçerinin ulaştığını, ardından birçoklarının surların üstüne çıktığını, buradaki savaş sırasında Hasan’ın bir taş isabetiyle yıkılıp vücuduna pek çok okun isabet ettiğini ve orada hayatını kaybettiğini, bununla beraber surlara çıkanların müdafaa hattını yardıklarını, adamlarıyla birlikte çarpışan imparatorun ise aldığı yaraların tesiriyle öldüğünü, Türkler’in Agios Romanos Kapısı (Topkapı) civarından içeri girdiklerini yazar (Şehir Düştü, s. 94-97). Aynı şekilde Barbaro da güneş doğarken Türkler’in San Romano Kapısı’ndan şehre girdiklerini, bu arada gün doğmadan bir saat evvel Türk donanmasının zincirin önüne geldiğini, Haliç’te bulunan Zağanos Mehmed Paşa kumandasındaki donanmanın Fener’e asker çıkardığını ve bunların şehre Türk bayrakları çekildikten sonra süratle içeri girdiklerini ifade eder (Kostantıniyye Muhâsarası Ruznâmesi, s. 68-69). Barbaro imparatorun ölüp ölmediği hakkında bir bilgi alınamadığını, ancak Türkler’in San Romano Kapısı’ndan içeri girdikleri sırada kendisini boğarak intihar etmiş olduğu yolunda haberler geldiğini yazar (a.g.e., s. 70). Kritovulos da buna benzer bir ifadeye yer vermiştir.
Muhasara sırasında İstanbul’da bulunmayan Dukas, elli kişilik bir grubun Bizans askerlerince “açık unutulan” bir kapıdan içeri dalıp surlara çıktığını ve müdafileri kaçırdığını, bu arada yalnız kalan imparatorun aldığı bir darbe ile yaralanıp düştüğünü, bu yoldan giren Türk askerlerinin sadece üç kayıp verdiklerini belirtir (Bizans Tarihi, s. 175-177). Ona göre müdafilerin kayıpları 2000 kadardır. Muhasarada bulunan Sakızlı Leonardo’dan ve diğer bazı eserlerden yararlanarak İstanbul’un fethi konusunu ele alan çağdaş Venedikli müelliflerden Zorzi Dolfin, Topkapı karşısına taşınmış olan büyük topun buradaki kuleyi yerle bir edip yıkıntılarının önündeki hendeği doldurduğunu ve buradan içeri girildiğini, bu civarda bulunan imparatorun o karışıklıkta ezilerek hayatını kaybetmiş olduğunu, 800 kadar Rum ve Latin’in de birbiri üstüne yığılarak öldüğünü yazar (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 43, 48, 54). Bir Romen kaynağında ise surlara ilk çıkanların uzun boylu, korkunç görünüşlü beş Türk olduğu, ayrıca dev cüsseli çok cesur bir asker olan Mustafa Bey’in emrindeki Anadolu askerleriyle içeri girdiği ve bu beyin imparatorla savaştığı şeklinde efsanevî bir rivayete yer verilir (Iorga, XIII/49 [1949], s. 142-143). Burada imparatorun Yaldızlıkapı tarafına çekilip orada rastladığı Türk askerlerince öldürüldüğünün belirtilmesi, Osmanlılar’ın Topkapı gediğinden şehre girişleri sırasında imparatorun Yedikule’ye doğru çekildiğini belirten Kemalpaşazâde’nin verdiği bilgilere uygun düşmektedir. Kuşatmaya şahit olan Tursun Bey, yeniçerilerin arasına karışan bir grup azebin şehre girdikten sonra yeniçerilerden uzakta olmak için kimsenin bulunmadığı bir tarafa doğru yürüdüklerini, bu sırada gizlice deniz tarafına ulaşmak isteyen imparatora ve yanındakilere rast geldiklerini ve onun yaralı bir azebin üzerine yürümek isterken atının ayağının sürçmesi sonucu devrilip atın altında kaldığını ve yaralı azeb tarafından kim olduğu bilinmeksizin öldürüldüğünü belirtirken (Târîh-i Ebü’l-Feth, s. 58-59) Kemalpaşazâde önce Topkapı gediğinden surların aşıldığını, Yedikule tarafına kaçan imparatoru bir azebin kılıçla yaralayıp öldürdüğünü, ancak bu konuda pek çok rivayetin bulunduğunu yazar (Tevârîh-i Âl-i Osmân, VII, 72). Ayrıca Guistiniani’nin yaralanmasından sonra bu kesimde içeri giren askerlerin surlar arasında mücadele ettiklerini, Silivrikapı civarından Anadolu askerlerinin, Edirnekapı civarından Rumeli askerinin surları aştıklarını ve gemilerle köprü kuran deniz askerlerinin de yine içeri girmeye başladıklarını söyler (a.g.e., s. 66 vd.). Bu arada surlara ilk çıkanlar hakkında herhangi bir bilgi vermeyen Osmanlı kaynakları içinde sadece Bihiştî, şehre ilk girenin Rumeli beylerinden olan babası Süleyman Bey olduğunu ifade eder (Tevârîh-i Âl-i Osmân, vr. 158a).
İlgili kaynaklardaki bilgileri eleştiren Selâhattin Tansel, şehre ilk defa Haliç tarafındaki daha zayıf surlardan girilmiş olabileceği, bunu duyan imparatorun Türkler’in şehre girdikleri Haliç’e doğru süratle hareket ettiği, bu sırada Zeyrek Yokuşu civarında azeblere rastlayarak hayatını kaybettiği üzerinde durur ve bu konuda Kemalpaşazâde’yi delil olarak gösterirse de (Osmanlı Kaynaklarına Göre Fatih Sultan Mehmed’in Siyasî ve Askerî Faaliyeti, s. 98-99) gerek Tursun Bey’in gerekse Kemalpaşazâde’nin ifadeleri burada öne sürülen bilgilerle uyuşmaz. Yine çeşitli kaynakları değerlendirerek İstanbul’un fethini konu alan bir eser yazan Steven Runciman, imparatorun yalvarmalarına rağmen yaralı haldeki Guistiniani’nin gemisine giderek savaş mevkiini terkettiğini, bu arada Türkler’in Kerkoporta’dan içeri girdikleri haberinin ulaştığını, imparatorun hemen buraya koştuğunu, fakat geç kaldığını, bu kargaşalıkta “açık bırakılan” kapıyı kapamanın mümkün olmadığını, içeri sel gibi akan Türk birliklerinin karşısında burayı müdafaa eden Bocchiardi’nin birliklerinin tutunamadığını, bunun üzerine çaresiz kalarak Bayrampaşa vadisindeki siperlere doğru uzaklaştığını, yanında bulunan yeğeni Theophilos Palaeologos ve yakın arkadaşı Ioannes Dalmata ile birlikte, Guistiniani’nin geçtiği küçük kapı civarında yeniçerilerle mücadele ettiğini, savaşanların arasına katıldığını ve kendisinden bir daha haber alınamadığını belirtir (Kostantiniyye Düştü, s. 220-221).
Şehrin kılıç gücüyle fethedilmesi İslâmî teamüle göre yağmaya açık hale gelmesi demekti ve askerlerin üç gün yağma hakkı bulunuyordu. Şehrin içlerine doğru hemen hemen her taraftan akan Osmanlı askerleri birçok esir alarak Aksaray’da birleştiler ve Ayasofya’ya doğru ilerlediler. Bu arada şehirdeki yerli halkın bir kısmı ve İtalyanlar, Haliç’teki gemilere ulaşarak Marmara’ya açılmayı başardılar. Venedik gemileri, birkaç Ceneviz savaş gemisi ve dört beş kadar da Bizans kalyonu, Osmanlı donanmasındaki askerlerin karaya çıkmasını fırsat bilerek zinciri kaldırıp kaçtılar. Osmanlı donanması daha sonra Haliç’e girecek ve ancak öğleye doğru limanı kontrol altına alabilecektir.
Şehre giren Osmanlı kuvvetleri bazı yapıları tahrip ederek yağmaya daldılarsa da akşama doğru her şey yatıştı. Artık Fâtih unvanına hak kazanan II. Mehmed’in şehre girişiyle ordu disiplin altına alındı. Şehirde ölü sayısı 4000 kadardı (a.g.e., s. 232). II. Mehmed, Ayasofya’ya giderek burada toplanmış olan halka ve din adamlarına güvenliklerinin sağlanacağı teminatını verdi; burayı camiye tahvil etti. Ardından imparatorun sarayına gitti. Bu arada çavuşlar şehre dağılarak askerleri topladılar. Binaların tahribi önlendiği gibi yağmaya da artık son verildi. II. Mehmed sükûneti sağladıktan sonra şehri terkedip karargâhına geri döndü. Ertesi gün esirler arasında yer alan önde gelen aileleri, kumandanları, yüksek devlet memurlarını kendi nezâreti altına aldı; birçoğunu fidyelerini bizzat ödeyerek serbest bıraktırdı. Notaras’ı karargâhına getirtti ve ona iltifatta bulundu, imparatorun âkıbetini sordu; ardından cesedi arattı. Bu arada Bizans’ta bulunan ve savaş sırasında hayatını kaybeden Osmanlı şehzadesi Orhan’ın naaşı tesbit edildi. Venedikliler’e ise Bizans’a nisbetle daha sert davranıldı. Bunun sebebi iki devlet arasındaki savaş halinin sürmesiydi. Venedik kolonisinin başında bulunan ve çarpışmalara katılmış olan balyos Minotto ile oğullarından biri ve ileri gelen yedi Venedikli idam edildi. Katalanlar’ın başındaki Pere Julia da beş altı kişiyle birlikte aynı âkıbete uğradı. Daha sonra Lukas Notaras da bazı telkinler sonucu idam edildi. Yaralı Guistiniani gemisiyle Sakız’a ulaştığında aldığı yaraların tesiriyle öldü. Fâtih Sultan Mehmed ise cuma günü yeniden şehre girerek ilk cuma namazını Ayasofya’da kıldı. Artık asayiş sağlanmış ve sıra yeni pâyitahtın imarına ve devlete yakışır bir hale getirilmesine gelmişti.
Runciman’a göre II. Mehmed şehrin harap olmaması için her şeyi yapmıştı. Haliç kıyısındaki ticaret merkezi, Blachernae’daki imparator sarayı ve çevresi, Hipodrom dolayındaki kilise, ev ve saraylarla Acropolis geniş çapta yıkıma uğramakla birlikte pek çok kiliseye dokunulmamıştı. Şehir mahalleleri açık alanlar ve bahçelerle birbirinden ayrılmış olduğundan Osmanlı askerleri şehre girdiğinde, mahalle halkı vakit kaybetmeksizin kapıları açıp teslim olmuş ve padişaha başvurmuş; bunun üzerine evlerine, kiliselerine dokunulmamış ve herhangi bir tecavüze karşı muhafızlar gönderilmişti. Runciman, kendi istekleriyle kapıları açan Petrion (Fener) semtindeki kiliseye bu sebeple dokunulmamış olduğunu, Marmara kıyısında Samatya, İmrahor ile Narlıkapı bölgelerinde de aynı durumun meydana geldiğini belirtir. Yine şehirdeki ikinci büyük ibadethâne olan Hagioi Apostoloi (On İki Havâri) Kilisesi’ne dokunulmamış olmasını da II. Mehmed’in özel emrine dayandırır (a.g.e., s. 236-239). Bu durum, anlaşma şartları ile teslim olma veya kapıları açmadan ziyade II. Mehmed’in pâyitaht yapmak istediği şehrin nüfus açısından desteklenmesi ve başşehire yakışır bir sosyal ve ekonomik yapıyı sağlama yolunda yerli ahaliyi yerinde tutma siyasetiyle yakından ilgili olmalıdır.
https://islamansiklopedisi.org.tr/istanbul
İSTANBUL'UN FETHİNİ GÖREN ÜSKÜDAR
Üsküdar, bir ulu rü'yayı görenler şehri!
Seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri.
Hepsi der: "Hangi şehir görmüş onun gördüğünü?
Bizim İstanbul'u fethettiğimiz mutlu günü!"
Elli üç gün en mehâbetli temâşâ idi o!
Sanki halkın uyanık gördüğü rü'yâ idi o!
Şimdi beş yüz sene geçmiş o büyük hatırâdan;
Eli üç günde o hengâme görülmüş buradan;
Canlanır levhası hâlâ beşer ettikçe hayâl;
O zaman ortada, her saniye gerçek bir hâl.
Gürlemiş Topkapı'dan bir yeni şiddetle daha
Şanlı nâmıyle 'Büyük Top' denilen ejderha.
Sarfedilmiş nice kol kuvveti gündüz ve gece,
Karadan sevk edilen yüz gemi geçmiş Halic'e;
Son günün cengi olurken ne şafakmış o şafak,
Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,
Görmüş İstanbul'a yüzbin meleğin uçtuğunu;
Saklamış durmuş asırlarca hayâlinde bunu.
Yahya Kemal BEYATLI
ÜSKÜDAR Nİ'ME'L CEYŞ KABİR VE MESCİDLERİ
Miladi 1352 yılı, Orhan Gazi’nin Üsküdar ve Kadıköy havalisine hâkim olduğu ve Boğaziçi’nin stratejik yerlerini kontrol altına aldığı zaman dilimini kapsamaktadır. Yani İstanbul’un fethinden 100 yıl öncesinde Üsküdar havalisi Türk toprağı olmuş idi.
İstanbul’un Anadolu yakasında ilk hâkimiyeti 29 Haziran 1329 tarihinde, şimdiki Gebze’nin güneybatısındaki ovada yapılan Pelekanon Muharebesi sonrasıdır. Bizans ordusu denizden ve karadan Üsküdar’a çekilirken, Bizans’ın isteğiyle başlayan sulh görüşmeleri için ilk toplantı Göztepe’de Andronikos’un av köşkünde olmuştur ki bu köşk, şimdiki Merdivenköyü Tekkesi’nin (Şahkulu Bektaşi Tekkesi binası) bulunduğu yerde idi. Sultan Orhan sulh şartları arasında bu köşkü de istemiş ve burasını bir ahi dergâhı haline sokmuştu.
Neticede bir fütüvvet yolu, terbiyevi bir esnaf kuruluşu olan ahiler o çağlarda Osmanlıların beşinci kolu idi, yani yabancı ülkelerden onlar sayesinde haber sağlanırdı. Bu tekkenin şeyhlerine de resmen Bizans’ı gözetlemek vazifesi verildiğinden, kendilerine Gözcü Baba deniyordu. Bugünkü Göztepe isminin de buradan geldiği kabul edilmektedir.
Bu dergâh teşkilatı gözetleme vazifesini kademeli bir surette yerine getiriyordu. İlk gözetleme noktası Üsküdar ile Çamlıca arasında bulunan Tophanelioğlu mevkiinde idi. Bu işi asıl ismi unutulmuş olan Gül Baba yerine getiriyordu. Gül Baba’nın kabri yakın zamanda Boğaz Köprüsü çevre yolu yapımı sırasında yerinden kaldırılmış ve taşı Burhaniye Çeşmesi'nin yanına koyulmuştur.
İkinci gözetleme noktası Göztepe’deki Gözcü Baba Haziresi’nin bulunduğu tepede idi. Üçüncü nokta ise İçerenköy’de bulunuyordu. Bu görevi de, halen kabri ziyaret edilmekte olan Ali Baba yapıyordu. Bunlar birbirleriyle ateş yakmak suretiyle haberleşiyordu. Bu sayede Üsküdar sahillerinde olan bir olay pek kısa bir zamanda İznik veya Bursa’ya duyuruluyordu. Orhan Gazi, Pelekanon zaferinden sonra birkaç kere daha Merdivenköyü’ne gelmiştir(169).
Miladi 1352 yılından itibaren bir Türk diyarı olan Üsküdar ve Boğaziçi’ne kadar Anadolu yakasındaki hâkimiyet, 1402 Ankara Savaşı ile sekteye uğrayacaktır. Bu tarihten sonra tekrar Bizans kontrolüne geçen bu topraklarda, Üsküdar çevresindeki Türkler de katliama uğrayacaktır. Kırk Erenler olarak bu topraklara fetih için geçen bu alperenlerden Şahkulu Baba, Yörük Baba, Sancaktar Baba, Balcı Baba, Mansur Baba, Semerci Baba, Gözcü Baba, Mah Baba, Gül Baba, Garipçe Baba, Buhur Baba, Eren Baba, Kartal Baba gibi evvelün Ni‘me’l Ceyşler şehit düşecektir. Merdivenköyü civarında şehit düşenler Gözcü BabaTepesi’ne defnediliyordu. Tekke civarında şehit olan Mah Baba tekkeye, Eren ve Kartal Babalar da şehit oldukları yerlere defnedilmiştir(170).
Çelebi Sultan Mehmed döneminde Hereke, Gebze, Darıca, Kartal ve Pendik tarafları tekrardan fethedildiğinde, Çelebi Sultan Mehmed bu sıralarda Merdivenköyü’nde kaldığı bu tekkeyi tekrardan ihyaettirmiştir(171).
Boğaziçi’nde, Osmanlı döneminde ilk yerleşimi miladi 1393 yılında Sultan Yıldırım Bayezid tarafından Güzelcehisar’ın inşa edilmesiyle başlar. Hisar’a Türklerin İstanbul’da kurduğu ilk mahalle desek hata yapmamış oluruz. İstanbul’daki en eski Türk yapısı olarak bilinen Anadoluhisarı, aynı zamanda en eski Türk mahallesi ve fethin ilk seyredildiği yer olacaktır. Anadolu Hisarı’nda ilk evvelün Ni‘me’l Ceyş Mezarlığı kurulmuş ve bu mezarlık bugüne kadar Göksu Deresi boyunca tarihî hafıza olarak mevcudiyetini korumuştur.
İstanbul’un ilk Osmanlı Mezarlığı, Karacaahmet Mezarlığı’dır. Türklerin miladi 1350 yılında Kadıköy ve Üsküdar bölgelerini içine alan ilk fetihlerinden itibaren mezarlık oluşturulmaya başlanmıştır. Müslüman Türklerin ilk olarak Sultan Orhan zamanından beri Üsküdar’da yerleşiyor olması, ilk Türk mezarlıklarının da burada oluşmasını beraberinde getirmiştir. Bu mezarlığın ilk misafirleri de evvelün Ni‘me’l Ceyş şehitleri olacaktır.
Fatih Sultan Mehmed Han Üsküdar’ı şenlendirmek üzere, miladi 1455 yılında, Salacak’ta kendi adıyla anılan bir mescid inşa ettirmiştir. Böylelikle Üsküdar’ın ilk mahallesi ortaya çıkmıştır. Bu yapı da bir Ni‘me’l Ceyş mescididir. Üsküdar’ın diğer Ni‘me’l Ceyş mescidlerinden olan Durbali Mescidi yine aynı tarihte Toygartepe’de, Hamza Fakih Camii miladi 1460'ta, Rum Mehmed Paşa Camii 1471’de yapılmıştır. Bu camilerle beraber etraflarında mahalleleri de kurulduğundan, beldenin nüfusu gitgide artmıştır (172).
İBRAHİM EFENDİ
İstanbul’un fethi öncesi, fetih gazisi olmak üzere ailesiyle Üsküdar’a gelmiş Ni‘me’l Ceyşlerdendi. İstanbul’un fethinde ilk hutbeyi okuyan ve ilk Cuma namazını kıldıran şahıstır. Üsküdar İnadiye’de çocukları ile beraber kabri yer almaktadır. Osmanlı ailelerinden Hatibzâdelerin bu zattan intikal ederek geldiği bilinmektedir.173 Bölgede Hatibzâdeler Türbesi ile Surre Alayının ilk durağı olan ünlü menzilhane bulunuyordu.
SARI KADI
Ni‘me’l Ceyşten Sarı Kadı Üsküdar’daki fetih şehitlerimizdendir. Kübreviye tarikatındandır. Türbesinin bulunduğu mahalleye Sarı Gazi denmektedir. Sultan III. Murad’ın annesi Nur Banu Sultan buraya bir cami yaptırmıştır.
ÇENGELKÖY HACI ÖMER CAMİİ
Çengelköy’de, Kaptan-ı Derya Seyyid Ali Paşa Caddesi ile Görgeç Sokağı’nın kesiştiği köşe başında yer alır. Fatih Sultan Mehmed Han dönemi mescidlerindendir. İbadet mekânının son cemaat kapısı girişinin hemen sağ duvarı üzerinde yer alan ve Şair Sadi’nin hazırladığı taş kitabeden de anlaşılacağı üzere bugünkü hali, miladi 1894 yılında, Sultan II. Abdülhamid döneminde yeniden inşası ile şekillenir. Mabed kâgir olarak inşa edilmiş olup, planı dikdörtgen formundadır. Kırma ahşap çatılı bir üst örtüye sahiptir.
169 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I., Ankara 1988, s. 113-114; Mehmet Mermi Haskan, Yüzyıllar
Boyunca Üsküdar, I., İstanbul, 2001, s. 26.
170 Mehmet Mermi Haskan,Yüzyıllar Boyunca Üsküdar, I., İstanbul, 2001, s. 30.
171 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I., Ankara 1988, s. 322.
172 İbrahim Hakkı Konyalı, Üsküdar Tarihi, I., İstanbul 1976, s. 116-27; Mehmet Mermi Haskan, Yüzyıllar
Boyunca Üsküdar, I., İstanbul, 2001, s.33.
173 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, haz, Nuri Akbayar, II., İstanbul 2003, s. 281.
Göncüoğlu, Süleyman Faruk. Fethin Öncüleri Ni‘me’l Ceyş Kabir ve Mescidleri. İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı Kütüphane ve Müzeler Müdürlüğü Yayınları, 2021.
ÇAMLICA KULESİ
Adres: Küçük Çamlıca Çilehane Yolu Caddesi, Oyma Sokak
No:1, 34696 Üsküdar/İstanbul
Milyonlarca insanın hayata bakışın değiştiren radyo, 19. yüzyılın en önemli buluşlarından biriydi. Dünyada 1920’lerde başlayan radyoculuk, Türkiye’de ise 1927’de, özel bir şirket olan Türk Telsiz Telefon Anonim Şirketi (TTTAŞ) tarafından başlatıldı. 1927'de bütün dünyada 123 radyo istasyonu varken, Türkiye’de iki radyo istasyonu bulunmaktaydı. Türkiye, ilk ve önemli girişimleri yapmış öncü ülkeler arasındaydı. Radyo yayınları, 1964’te çıkartılan 359 sayılı TRT Kanunu ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na (TRT) devredilmiş, başlangıçta yalnızca bir eğlence aracı olarak topluma sunulan radyo, zamanla kültür ve sanatın geliştirilmesi, halkın eğitimi, ulusal bilincin aşılanması gibi millî rolleri de üstlenmeye başlamıştı.
Türkiye, ilk ve önemli girişimleri yapmış öncü ülkeler arasındaydı. Radyo yayınları, 1964’te çıkartılan 359 sayılı TRT Kanunu ile Türkiye Radyo Televizyon Kurumu’na (TRT) devredilmiş, başlangıçta yalnızca bir eğlence aracı olarak topluma sunulan radyo, zamanla kültür ve sanatın geliştirilmesi, halkın eğitimi, ulusal bilincin aşılanması gibi millî rolleri de üstlenmeye başlamıştı.
Türkiye’nin öncü bir rolle başladığı radyoculuk serüveni, günümüzde de yine aynı öncü rolüyle devam etmektedir. Çamlıca Kulesi ise bu öncü görevin bayrağı niteliğindedir. Dünyada, 100 radyo kanalının aynı anda frekansları birbirine karışmadan ve birbirlerini engellemeden yayın yapabildiği ilk ve tek yer olan Çamlıca Kulesi ile dağınık bir şekilde bulunan ve bu nedenle görüntü kirliliği ve elektromanyetik kirlilik yaratan vericiler tek merkezde toplanmıştır. Vericilerin tek merkezde toplanması enerji verimliliği sağlaması açısından önem taşımaktadır. Çamlıca Kulesi, Radyo-TV yayıncılık kalitesini ve kapasitesini artırırken Türkiye’nin kalkınmasında da öncü bir rol üstlenmektedir.
Kule Verici Tesisleri İşletim ve Teknolojileri A.Ş ya da kısaltılmış adıyla Kule A.Ş, 2017 yılının Nisan ayında karasal verici tesis işletmeciliği yapmak amacıyla kurulmuştur. Toplam 30.150 metrekare alan üzerinde kurulu olan Çamlıca Kulesi deniz seviyesinden 587 metre yüksekliğiyle İstanbul’un en yüksek yapısıdır. Kule zemin altında 4, zemin üzerinde 45 olmak üzere toplam 49 kattan oluşmaktadır. Projesi yarışma ile oluşturulmuş ve ardından 3 boyutlu olarak tasarımı yapılmıştır. Kule, ülkemizin hem en yüksek yapısı olması hem de deprem riski ve rüzgâr yükü en kritik noktalarının kesiştiği riskli alanlardan birinde olması nedeniyle sıradan bir yapıdan farklı olarak simge bir yapı niteliğindedir.
Teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte, Radyo-TV yayıncılığının etkin bir şekilde yapılması için her geçen gün çok sayıda vericiye ihtiyaç duyulmaktadır. Dünya genelinde kullanılan bu vericilerden bazıları, zamanın gerisinde kalarak, görüntü ve elektromanyetik kirliliğe sebep olmaktadır. Kadim şehir İstanbul’da ise, dağınık halde bulunan ve görüntü kirliliği yaratan bu vericiler, Kule A.Ş.’nin prestij projesi Çamlıca Radyo&TV Kulesi ile tek merkezde toplanmıştır. Böylelikle hem Türk yayıncılığı zamanın şartlarını yakalanmıştır hem de akıllı, şık, çevreci bir yapıyla İstanbul’a turizm değeri olan simgesel bir yapı kazandırılmıştır. Küçük Çamlıca Televizyon ve Radyo Kulesi, yerli ve milli teknoloji firmalarıyla gerçekleştirilen işbirliği sayesinde ülkemizin Radyo-TV yayıncılık kalitesini ve kapasitesini dünya standartlarına ulaştırırken, aynı zamanda ülke kalkınmasına da ciddi anlamda katkı sağlamıştır.
Çamlıca Kule, radyo & TV kulesinden FM radyo yayıncılarına; “anten + birleştirici + verici cihaz + elektrik + jeneratör yedekleme + UPS + elektronik bakım ve onarım + 7/24 esasına göre yayın izleme” olarak tanımlanan hazır verici tesisi olarak hizmet sunmaktadır.
Eylül 2020 itibarı ile asli faaliyeti olan yayıncılık hizmetinin verilmeye başladığı kulede dünyada ilk ve tek olarak 100 radyo yayını birbirlerinin güçlerini kesmeden, frekansları birbirine karışmadan yayın yapabilmektedir. Kulede medya yayıncılık hizmetinin yanı sıra kablosuz telekomünikasyon operatörlerine de altyapı hizmeti sağlanmaktadır.
Çamlıca Radyo & TV Kulesi yayıncılık faaliyetlerinin yanı sıra hediyelik eşya mağazası, kafeterya ve ziyaretçilerinin dünya mutfağının en lezzetli sunumlarını tadacağı restoranı ile İstanbul’un sembol yapısı olarak konumlandırılmıştır. Kule’nin eşsiz manzaraya hakim seyir terası ve interaktif aktivite alanları ile de İstanbul’un dolayısıyla ülkemizin en değerli yapılarından biridir.
Çamlıca Radyo & TV Kulesi, yerli ve milli teknoloji firmalarıyla gerçekleştirilen işbirliği sayesinde ülkemizin yayıncılık kalitesini ve kapasitesini dünya standartlarına ulaştıracak ve aynı zamanda ülke kalkınmasına da ciddi anlamda katkı sağlamaktadır. Çamlıca Kulesi 29 Mayıs 2021 tarihinde açılışı yapılarak hizmet vermeye başlamıştır.
Çamlıca Radyo & TV Kulesi’nin teknik özellikleri şu şekildedir:
Zemin Kotu : 218,00m
Kule Toplam Kat Sayısı : 45 + 4 = 49 kat
Betonarme Yapısal Yükseklik (Zemin Altı Katlar Dahil): 203,50m + 18m = 221,50m
Çelik Anten Yüksekliği : 165,50m+2,50m(gömülü)= 168,00m
Zemin Kotu Üzeri Yükseklik : 203,50m-2,50m+168,00m=369,00m
Deniz Seviyesinden Yükseklik : 218,00m + 369m = 587,00m
Toplam Yapısal Yükseklik : 369,00m + 18m = 387,00m
Seyir Katı 1 : 148,50m (+366.5m) (33.Kat)
Seyir Katı 2 : 153,00m (+371.0m) (34.Kat)
Restoran 1 : 175,50m (+393.5m) (39.Kat)
Restoran 2 : 180,00m (+398.0m) (40.Kat)