HATÎB MEHMED EFENDİ
(- 1773)
Türk ebru sanatının önde gelen isimlerinden.
İstanbul’da doğdu. Muhtemelen 1159 (1746) yılında Ayasofya Camii hatipliğine tayin edildi. “Ayasofya hatibi” veya “Hatip” lakabıyla anılır. Babasının adı Ahmed’dir. Tuhfe-i Hattâtîn’de kendisinden “pîr-i mübârek” diye bahsedildiğine göre vefat ettiği sırada yaşı hayli ilerlemiş olmalıdır. Mehmed Efendi’nin Eski Zühdü diye tanınan Zühdü İsmâil Ağa’dan sülüs-nesih yazılarını meşkettiği bilinmekle beraber Süleymaniye Camii Kütüphanesi’ndeki 3 numaralı murakka‘da kendi ebrularıyla bezenmiş bir sülüs karalamasından başka yazısı görülmemiştir. 1142 (1729) tarihli bu eserindeki rikā‘ hattıyla imzasında Ayasofya Camii muarrifi olduğunu belirtmektedir. Bu vazifesinden sonra kendisine hatiplik tevcih edildiği anlaşılmaktadır. Mehmed Efendi ebru sanatındaki müstesna yerini, Müstakimzâde’nin tarifiyle “ebrî tâbir olunan münakkaş, musanna‘ kâğıd”ın imalinde yaşadığı döneme kadar hiç kimsede görülmeyen başarısından dolayı elde etmiştir. Tuhfe-i Hattâtîn’de geçen, ebrunun kendisi veya babası tarafından icat edildiği şeklindeki ifade herhalde Müstakimzâde’nin dalgınlığından kaynaklanan bir hatadır.
Ebru sanatını kimden öğrendiği belirlenemeyen Mehmed Efendi’nin yetiştirdiği herhangi bir talebesi de bilinmemektedir. Onun ebruları, kendisinden önceki ebrulara kıyasla renkleri ve boya serpmesindeki olağan üstü mükemmeliyetiyle dikkat çeker; bu tavrıyla eserlerinde hüviyetini hemen belli eder. İlk defa şahsen başlattığı ve iç içe damlatılmış birkaç cazip renkten tek at kuyruğu kılıyla kitreli su üstünde vücuda getirdiği yürek, çarkıfelek, deniz yıldızı gibi şekilleri sebebiyle bu tarz ebrularına “hatip ebrusu” adı verilmiş, sonraki yıllarda da kimin tarafından yapılırsa yapılsın bu ebru türü “hatip” ismiyle anılmıştır. Tuhfe’de “onun icadı” sözünden kastedilen bu ebru tarzı ise Müstakimzâde’nin beyanı gerçeklik kazanır. Mehmed Efendi’nin kumlu ve neftli ebru yapımında da müstesna güzellikteki eserlerine rastlanır. III. Ahmed devrinde kitap sanatlarına verilen büyük değerin bir göstergesi olarak bu dönemde hazırlanan kıta ve murakka‘ların iç ve dış pervaz tezyinatında Mehmed Efendi’nin ebruları kullanılmıştır. Meselâ III. Ahmed’in Murakka‘-ı Hâs adlı tuğra albümündeki (TSMK, III. Ahmed, nr. 3653) on kıtanın ara kâğıtları, I. Mahmud’un 1153’te (1740) tesis ettiği Ayasofya Kütüphanesi’nin yazmalar katalogunda da cildin üst ve alt yan kâğıtları Mehmed Efendi’nin enfes ebrularından seçilmiştir. Şeyh Hamdullah’ın murakka‘larından başlayarak eski murakka‘ların tamirlerinde de bu ebrulara öncelik verilmiştir.
Ramazan ve kurban bayramlarının ilk gününde, cemaatini vezir ve âlimlerinin oluşturduğu sabah namazlarının Topkapı Sarayı-Kubbealtı’nda Ayasofya hatibinin imâmetiyle kılınması kadim bir saray geleneğidir. Mehmed Efendi’nin de camide hitabet vazifesiyle bulunduğu yıllarda sarayla münasebetini sürdürdüğü iki arşiv belgesinden anlaşılmaktadır. Bu hizmetinin karşılığında 3000 sağ akçenin padişah tarafından ihsan edilmesinin gecikmesi üzerine, Hatîb Mehmed Efendi’nin bayramdan yaklaşık iki hafta sonra saraya bunu hatırlatan 23 Zilhicce 1161 (14 Aralık 1748) ve 23 Zilhicce 1166 (21 Ekim 1753) tarihli iki arzuhali zamanımıza ulaşmıştır. Bu arzuhallerdeki nesih hattı onun bu yazı türünde de başarılı olduğunu ortaya koymaktadır.
Bir el yazmasının iç kapağında Hatîb Mehmed Efendi’nin eseri olan deniz yıldızı şeklindeki hatip ebrusu (Süleymaniye Ktp., Hamidiye, nr. 31)
Hatîb Mehmed Efendi, ikamet ettiği Sirkeci Hocapaşa semtindeki evinde çıkan bir yangında kurtarmak istediği eserleriyle beraber yanarak hayatını kaybetti. Müstakimzâde’nin vefat gününü belirtmeyişine mukabil Merâkıd-i Mu‘tebere-i Üsküdar müellifi Behcetî İsmâil Hakkı, Mehmed Efendi’nin, eserini kaleme aldığı 1930 yılına kadar yerinde duran kabir kitâbesini şöyle tesbit etmiştir: “Ayasofya-i Kebîr hatibi Mehmed Efendi, aleyhi’r-rahmeti bârî sene 1187 fî 6 Muharrem” (30 Mart 1773). Bu ifadeden onun cenaze namazının, herhalde uzun yıllarını geçirdiği Ayasofya’da kılındıktan sonra Anadolu yakasına geçirilip Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildiği anlaşılmaktadır. Yine Merâkıd-i Mu‘tebere-i Üsküdar’da, 1159’da (1746) vefat eden Ahmed b. Ali isimli bir başka Ayasofya hatibinin kaydına rastlanmaktadır. Bu tarih büyük bir ihtimalle Mehmed Efendi’nin hatiplik vazifesine tayin yılını göstermektedir. Mehmed Efendi’den 150 yıl sonra aynı sanatı devam ettirenlerden Necmeddin Okyay onun eserlerini dikkatle inceleyerek aynı üslûpta mükemmel ebru kâğıtları imal etmiştir.
https://islamansiklopedisi.org.tr/hatib-mehmed-efendi
MİTHAT CEMAL KUNTAY
(1885-1956)
Şair ve yazar
İstanbul’da doğdu. Babası Selim Sırrı Bey İşkodralı, annesi Sâmiye Hanım Tırhalalı bir aileden gelmektedir. İlk ve orta öğrenimini Aksaray’da Mekteb-i Osmânî’de, liseyi Galata’da Saint Joseph ve Vefa İdâdîsi’nde tamamladı. Bu yıllarda babası ölünce aile geçim sıkıntısı içine düştü. Mekteb-i Hukuk’tan mezun olduktan sonra 1908’de Türkiye’de ilk defa hukuk doktoru unvanını aldı. Bir süre idare hukuku hocası Hakkı Paşa’nın yanında onun yardımcısı sıfatıyla hitabet dersleri okuttu. Adliye Nezâreti Hususi Kalemi’ne önce umumi kâtip, ardından müdür yardımcısı oldu. Birinci Hukuk Mahkemesi üyeliğinde bulundu. 1923’te kendi isteğiyle Beyoğlu 4. Noterliği’ne geçti ve ölünceye kadar bu görevi sürdürdü. 30 Mart 1956’da öldü ve Karacaahmet Mezarlığı’na eşi Nâile Hanım’ın yanına defnedildi.
Kendi ifadesiyle edebiyat sevgisini annesinin çocukken kendisine okuduğu Nâmık Kemal’in Cezmi romanından alan Mithat Cemal şiire idâdî yıllarında başlamıştır (“Çırçır Suyunda”, Ma‘lûmât, nr. 309, 11 Teşrînievvel 1317 [24 Ekim 1901]). Dönemin edebiyat çevrelerini, özellikle aralarında sıkı bir dostluk kurulacak olan Mehmed Âkif’i tanımıştır (1903). II. Meşrutiyet’ten önce jurnal edilerek kısa bir süre tutuklandığından (8 Mart 1906) Mehmed Âkif bu olayı düşünerek II. Meşrutiyet’ten sonra yazdığı “İstibdat” adlı şiirini Mithat Cemal’e ithaf etmiştir.
Şiir, tiyatro, antoloji, roman, biyografi ve araştırma alanlarında eser veren Mithat Cemal zaman zaman gazetelerde fıkra ve makaleler de yazmıştır. Edebiyat dünyasında asıl II. Meşrutiyet’in ardından Sırât-ı Müstakîm ve Tercümân-ı Hakîkat gibi dergi ve gazetelerde adını duyurmaya başlamış, daha çok kahramanlık ve vatan sevgisi temalarını işleyen şiirleriyle tanınmıştır. Tahran’da Millet Meclisi’ni topa tutan Muhammed Ali Şah’a hitaben Mehmed Âkif’le birlikte yazdıkları “Acem Şâhına” (Sırât-ı Müstakîm, I, nr. 11 [Teşrînievvel 1324], s. 164-165) ve Resimli Kitap’ta yayımlanan “Elhamra” (nr. 7, Nisan 1325, s. 688-689) adlı şiirleriyle edebiyat çevrelerinin dikkatini çekmiştir. Hükümetin Çanakkale zaferinden sonra savaş alanına gönderdiği kırk kadar şair arasında bulunan Mithat Cemal’in en güzel hamâsî şiirleri 1331-1334 (1915-1918) yılları arasında yayımlanan Harp Mecmuası’nda çıkmıştır.
(“Çanakkale’den Kaçanlara -İngilizlere-”, nr. 5 [Şubat 1331]; “Kolunu Harp Meydanında Bırakmış Askere”, nr. 8 [Nisan 1332]; “Serhaddeki Askere”, nr. 15 [Kânunuevvel 1332]; “Galiçya’daki Türk Askerine”, nr. 21; “Romanya’daki Türk Ordusu’na”, nr. 22 [Teşrînievvel 1333]; “Beynelmileliyet ve Milliyet”, nr. 24 [Kânunuevvel 1333]). 30 Ağustos zaferinin ardından yazdığı “Vatan Hisleri” adlı şiirinin, “Ölmez bu vatan farz-ı muhâl ölse de hattâ / Çekmez kürenin sırtı bu tâbût-ı cesîmi” şeklindeki son iki mısraı Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünde Mustafa Kemal tarafından okununca şöhreti iyice arttı ve bu manzumenin ikinci bölümünü yazdı. Beyoğlu’ndaki noterlik yazıhanesi devrin meşhur ediplerinin sık sık uğradığı bir edebiyat mahfili olmuştur.
Aruz veznini kullanan ve aruzun son temsilcilerinden sayılan Mithat Cemal’in tarihî ve içtimaî konulu şiirlerinde Mehmed Âkif ile Yahya Kemal’in, epik şiirlerinde ise Abdülhak Hâmid’in etkisi görülür. Tarih sevgisi, geçmişin büyüklüğü ve güzel tarafları onun konuları arasında ilk sırada yer alır.
Mithat Cemal’e asıl şöhretini kazandıran eseri tek romanı olan Üç İstanbul’dur (İstanbul 1938). Eser, bazı edebiyat tenkitçileri tarafından yapısı ve tekniği bakımından zayıf, üslûbunun zorlama olduğu, yerli yersiz rastlantılara bol miktarda yer verildiği, gereksiz ayrıntılar, süslü ifadeler ve vecizeler ihtiva ettiği belirtilerek eleştirilmekle birlikte İstanbul’da II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke dönemlerinin toplum gerçeklerini yansıtması bakımından Cumhuriyet devrinin en önemli romanları arasında sayılmıştır. Roman dizi film haline getirilerek Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu televizyonunda gösterilmiştir (1983).
Mithat Cemal’in diğer eserleri de şunlardır: Şiir. Türkün Şehnâmesinden (İstanbul 1945). Kitapta yer alan şiirler dergilerde yayımlanmış ilk şekillerine göre bir hayli değişikliğe uğramış, dilinin sadeleştirilmesi yanında bazı mısra ve bölümler tamamen değiştirilmiş veya çıkarılmıştır. Şiirlerden Faruk Kadri Timurtaş tarafından yapılan bir seçme 1971’de yayımlanmıştır. Biyografi. Bu tür çalışmaları fesahatçi üslûbu ve popülist eğilimlerinden dolayı eleştiriye uğramasına rağmen Mithat Cemal, Türk edebiyatında belgelere dayalı biyografi yazarlığının dikkat çekici örneklerini vermiştir: Mehmed Âkif-Hayatı, Seciyesi, Sanatı (İstanbul 1939); İstiklâl Şairi Mehmed Âkif (İstanbul 1944); Nâmık Kemal: Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında (I-III, İstanbul 1944, 1949, 1956); Sarıklı İhtilâlci Ali Suavi (İstanbul 1946); Mehmed Âkif, Hayatı-Sanatı-Seciyesi-Seçme Şiirleri (İstanbul 1948). Oyun. Kemal (4 perdelik mensur piyes, İstanbul 1328); Yirmi Sekiz Kânun-ı Evvel (Çanakkale hakkında 3 perdelik manzum piyes, İstanbul 1334). Diğer kitapları. Nefâis-i Edebiyye (antoloji; I-II, İstanbul 1329; eserin I. cildi nesir, II. cildi şiir örneklerine ayrılmıştır), İftirâ-yı Taassub (İstanbul 1329), Hitâbet ve Münazara Dersleri (İstanbul 1329), Hitâbet Dersleri (İstanbul 1330), Edebiyat Defteri (İstanbul 1331), İlkler ve Ötekiler (İstanbul 1944). Tercümeleri. La Dam O Kamelya (A. Dumas’dan, İstanbul 1937), Epikür’ün Bahçesi (A. France’tan, ts.). Mithat Cemal’in hayatının son yıllarında üzerinde yoğun bir şekilde çalıştığı Tevfik Fikret hakkındaki eseri ise yayımlanmamıştır.
https://islamansiklopedisi.org.tr/kuntay-mithat-cemal
RAMAZAN BAYRAMI
(1 Şevval 1445)
İslâm dininde ramazan ve kurban olmak üzere iki bayram vardır. Arapça’da îdü’l-fıtr ve îdü’l-adhâ şeklinde adlandırılan her iki bayram da hicretin 2. yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Esasen ramazan orucu ilk defa bu yıl farz kılınmış, bu ayı oruçla geçiren müminler sonraki ayın (şevval) ilk üç gününü bayram olarak kutlamışlardır. Bu sebeple bu bayrama ramazan bayramı veya bayramdan önce fitre (fıtır sadakası) verildiği için fıtır bayramı denilmiştir. Türkiye’de bazı çevrelerde muhtemelen bayramda şeker, lokum ve tatlı ikramı şeklinde öteden beri var olan gelenekten dolayı buna şeker bayramı da denilmektedir. Ancak Hz. Peygamber’in uygun olmayan bazı isimleri değiştirmesi ve özellikle dinî terim ve kavramların muhafazası konusunda hassasiyet göstermesi, bu şekilde bir adlandırmanın doğru olmayacağını göstermektedir. Hicrî takvimin son ayı olan zilhiccenin onunda başlayan ve dört gün devam eden kurban bayramı ise bu günlerde kurban kesildiği için bu adla anılmıştır. Hac ibadeti hicretin 9. yılında farz kılınmakla birlikte kurban kesilmesi ve kurban bayramı namazı, oruç ibadeti ve ramazan bayramı gibi hicretin 2. yılında teşrî‘ kılınmıştır. Ramazan bayramında müminler bir önceki ayı ibadetle geçirmenin ve Allah’ın rahmetine nâil olma ümidinin sevincini taşırlar. Kurban bayramı ise Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’i kurban etmek istemesi ve İsmâil’in de buna razı olması, nihayet Allah’a karşı gösterilen büyük sadakatin karşılığı olarak hayvan kurban edilmesinin hâtırasını taşımakta ve müminler bu günlerde kurban kesmek suretiyle bu iki peygamberin Allah’a karşı verdikleri başarılı imtihanın sevincini yaşamaktadırlar. Özellikle hacca gidenler ifa ettikleri hac ibadeti sırasında bu hâtıraları diğerleriyle de takviye ederek kurban bayramının sevincini daha büyük bir heyecanla tadarlar. Ayrıca bu iki bayramın, İslâm toplumunun eski dönemlerin izlerinden arınması ve müstakil bir kimliğe bürünmesinde de rol oynadığını söylemek gerekir. Nitekim Medine’ye hicret ettikten sonra, bura sakinlerinin İran’dan alınma Nevruz ve Mihricân bayramlarını kutladıklarını gören Hz. Peygamber, “Allah sizin için o iki günü daha hayırlı iki günle, ramazan ve kurban bayramlarıyla değiştirmiştir” (Müsned, III, 103, 235, 250; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 239; Nesâî, “Ṣalâtü’l-ʿîdeyn”, 1) meâlindeki hadisiyle İran menşeli bu iki bayramın kutlanmasını yasaklamıştır.
“Bu günümüzde yapacağımız ilk şey namaz kılmaktır” (Buhârî, “ʿÎdeyn”, 3; Müslim, “Eḍâḥî”, 7) meâlindeki hadise dayanarak ramazan ve kurban bayramlarının bayram namazının kılınmasıyla başladığını söylemek mümkündür. Bununla birlikte kurban bayramına ait arefe gününün ayrı bir fazileti vardır; çünkü haccın en önemli rüknünü oluşturan vakfe bu günde yapılmaktadır. Bir hadiste de bayram gecelerini ihya etmenin ayrı bir fazileti olduğu ifade edilmiştir (İbn Mâce, “Ṣıyâm”, 68). Kurban bayramında namazdan sonra ayrıca şartlarına sahip olan kimseler tarafından kurban kesilir. Müslümanlar bu günlerde birbirlerini ziyaret eder, bayramlaşır, yer, içer ve meşrû bir şekilde eğlenerek günlerini neşe ile geçirmeye çalışırlar. Hz. Peygamber, “Arefe günü, kurban günü ve teşrîk günleri biz müslümanların bayramıdır. Bu günler yeme içme günleridir” (Ebû Dâvûd, “Ṣavm”, 49; Tirmizî, “Ṣavm”, 59; Nesâî, “Menâsik”, 195) buyurmuştur. Bu sebeple ramazan bayramının ilk günü, kurban bayramında da dört gün oruç tutmak Hanefîler’e göre tahrîmen mekruh, Şâfiî ve Hanbelîler’e göre haram kabul edilmiştir. Bu konuda Şâfiî ve Hanbelîler’in görüşünü paylaşan Mâlikîler ise kurban bayramının dördüncü gününde oruç tutmayı haram değil mekruh saymışlardır. Tebrik şekli olarak da ashabın birbiriyle karşılaştıklarında, “Allah bizden de sizden de kabul etsin” dedikleri rivayet edilir (İbn Hacer, V, 119).
Bayramlara önceden hazırlanılması, bu günlerde temiz ve güzel elbiselerin giyilmesi, gusledilmesi, dişlerin fırçalanması, güzel kokular sürülmesi, güler yüzlü olunması, namazdan önce ramazan bayramında hurma vb. tatlı bir şey yenilmesi, kurban bayramında ise ilk olarak kurban etinden yenilmesi, namaza mümkünse yürüyerek gidilmesi ve dönüşte başka bir yolun kullanılması, çokça sadaka dağıtılması, fitrenin namazdan önce verilmesi, namaza giderken tekbir getirilmesi menduptur. Kurban bayramında farz namazlardan sonra teşrik tekbiri getirilmesi Hanefîler’e göre vâcip, Hanbelî ve Şâfiîler’e göre sünnet, Mâlikîler’e göre ise menduptur. Hanefî ve Hanbelîler’e göre arefe günü sabah namazından bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar yirmi üç vakit, Mâlikîler’e göre ise bayramın birinci günü öğle namazından dördüncü günü sabah namazına kadar on beş vakit tekbir getirilir. Şâfiîler’de bu iki görüş de bulunmakla birlikte uygulamada daha çok ilk görüş benimsenmiştir.
Bayram günlerinde İslâmî ölçüler içinde eğlenilmesi ve bazı oyunların oynanması câizdir. Bir bayram günü Âişe ile birlikte bulunan Hz. Peygamber’in yanında Buâs Harbi’ne ait ezgiler söyleyen iki kız çocuğuna müdahale etmek isteyen Hz. Ebû Bekir’e Resûlullah’ın, “Her milletin bayramı vardır, bu da bizim bayramımız” dediği (Buhârî, “ʿÎdeyn”, 3; Müslim, “Ṣalâtü’l-ʿîdeyn”, 16, 17), yine bayram günleri mescidde mızrak kalkan oyunu oynayanları seyretmek isteyen Hz. Âişe’ye yardımcı olarak onunla beraber seyrettiği (Buhârî, “ʿÎdeyn”, 2; Müslim, “Ṣalâtü’l-ʿîdeyn”, 17-21) bilinmektedir.
Bu iki bayramın dışında cuma gününün de müslümanlar için haftalık bir bayram olduğunu belirtmek gerekir. Bir hadiste cuma günü için “Şüphesiz bu, Allah’ın müslümanlara tahsis ettiği bir bayram günüdür. Cumaya gelecek kimse yıkanmalı, varsa güzel koku sürünmelidir; ayrıca misvak kullanmanızı da tavsiye ederim” (İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 83) denilmiştir.
Hz. Peygamber döneminde kutlanan bayramlar bunlardan ibaret olmakla birlikte sonraları İslâm dünyasında bazı önemli gün ve gecelerin de bayram gibi kutlandığı görülmektedir. Ancak âlimlerin çoğu bu vakitlerle ilgili olarak İslâm toplumlarında zamanla gelenekleşen bazı kutlama biçimlerine, dinî dayanağı bulunmayan bid‘at türünden davranışlar oldukları gerekçesiyle karşı çıkmışlardır.
Hz. Peygamber’in Medineliler’in eski bayramlarını kaldırıp onların yerine ramazan ve kurban bayramlarını ikame ettiğine dair yukarıda zikredilen hadisini dikkate alan âlimler gayri müslimlerin dinî mahiyetteki bayramlarına katılmayı câiz görmemişlerdir. İbn Teymiyye İḳtiżâʾü’ṣ-ṣırâṭi’l-müstaḳīm adlı adlı eserinde bu konuyu genişçe ele almıştır.
Bayram Namazı. Güneşin doğması ve bir miktar yükselip kerahet vaktinin çıkmasından sonra cemaatle kılınan bayram namazı zeval vaktinin girmesine kadar eda edilebilir. Mazeretleri sebebiyle ilk gün bayram namazını kılamayanlar ramazan bayramında ikinci gün, kurban bayramında ikinci ve üçüncü gün de kılabilirler.
Cuma namazı kılması farz olan kişilerin bayram namazı kılmaları Hanbelîler’e göre farz-ı kifâye, Hanefîler’e göre vâcip, Mâlikîler’e göre de sünnet-i müekkededir. Şâfiîler’e göre ise üzerine beş vakit namaz farz olan her kadın ve erkeğin bayram namazı kılması sünnettir. Hanefî, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre bayram namazının cemaatle kılınması şart, Şâfiîler’e göre ise sünnettir. Bu görüş ayrılığı Kevser sûresinin ikinci âyetinin delâleti ve konuyla ilgili hadislerin farklı yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Ezan okunmadan ve kāmet getirilmeden kılınan bayram namazı cuma namazı gibi iki rek‘attır. Fakat diğer namazlardan daha fazla tekbirleri vardır. Bu tekbirlerin yeri ve sayısı mezheplere göre değişmektedir. Hanefîler’e göre ilk rek‘atta “Sübhâneke”den sonra, ikinci rek‘atta ise rükûa varmadan önce üçer defa namaza başlarken olduğu gibi eller kaldırılarak tekbir alınır. Bunlara zevâid tekbirleri denir ve vâciptir. Şâfiîler’de birinci rek‘atta “iftitah” duasından sonra yedi ve ikinci rek‘ata kalkınca beş defa, Mâlikîler’de iftitah tekbirinden sonra altı, ikinci rek‘ata kalkınca beş defa tekbir alınması sünnettir. Hanbelîler iftitah duasından sonra altı ve ikinci rek‘ata kalkınca da beş defa tekbir alırlar. Namaz bitince hatip hutbe okur. Bayram hutbesi sünnettir.
Hz. Peygamber’in bayram namazını mescidde değil dışarıda musallâda kıldığı bilinmektedir. Bu sebeple Hanefî ve Hanbelîler’e göre bayram namazını musallâda kılmak sünnet, Mâlikîler’e göre menduptur. Hanbelîler ve Mâlikîler Mescid-i Harâm’ı bu hükümden istisna ederler. Resûlullah zamanında kadınlar da genç olsun yaşlı olsun bayrama iştirak eder, hayız hali dolayısıyla namaz kılamayanlar da tekbirlerde cemaate katılırlardı (bk. Buhârî, “ʿÎdeyn”, 15, 16, 18, 19; Müslim, “Ṣalâtü’l-ʿîdeyn”, 1-3, 9-12; İbn Mâce, “İḳāmetü’ṣ-ṣalât”, 155, 165; Ebû Dâvûd, “Ṣalât”, 238, 241; Tirmizî, “Cumʿa”, 36; Nesâî, “Ṣalâtü’l-ʿîdeyn”, 3, 4). Bu sebeple Hanbelîler kadınların parfüm kullanmadan, kılık kıyafette aşırılığa kaçmadan ve erkeklerin arasına karışmadan bayram namazına iştiraklerinde bir sakınca görmezler. Hatta bunun müstehap olduğunu söyleyenler de vardır. Hanefîler, Mâlikîler ve Şâfiîler ise fitneye sebep olabileceği endişesiyle yaşlı kadınların dışındakilerin bayram namazına gitmelerini mekruh kabul etmişlerdir. Onları bu görüşe sevkeden âmilin sosyal hayattaki değişiklikler olduğu şüphesizdir. Nitekim Hz. Âişe’nin şu sözleri bu tür değişikliklere temas etmektedir: “Resûlullah kadınların kendisinden sonra takındıkları tavırları görseydi İsrâiloğulları’nda olduğu gibi o da kadınların camiye gitmelerine engel olurdu” (Buhârî, “Eẕân”, 163; Müslim, “Ṣalât”, 144). Günümüz müslüman toplumlarının çoğunda kadının sosyal hayatta aldığı rol göz önünde bulundurulduğu takdirde onların teravih ve bayram namazları gibi cemaatle ifa edilen ibadetlere, İslâm âdâbına uymak şartıyla katılmalarında bir sakınca görmemek gerekir.
Hz. Peygamber musallâya giderken ve evine dönerken farklı yollardan geçmeyi tercih ederdi. Ramazan bayramında namazdan önce hurma yer, kurban bayramında ise kestiği kurban etinden yiyinceye kadar ağzına bir şey koymazdı.
Osmanlı Dönemi. Türk geleneğinde de ramazan ve kurban bayramları çok önemli kabul edildiğinden bunlar her kesimde yerleşmiş ve tören halini almış bir şekilde kutlanırdı. Bayram törenleri bayram sabahı camilerde veya musallâ denilen açık alanlarda kılınan namazdan sonra başlardı. Küçükler büyüklerin elini öper, büyükler yakınlarına ve çocuklara hediyeler dağıtır, kapıya bayramlaşmaya gelen bekçi, çöpçü, tulumbacı, davulcu gibi hizmetlilere bayram bahşişi verilirdi. Memurlar da âmirlerinin evine bayram ziyaretine giderlerdi. Bu çok masraflı olan bayram ziyaretleri Osmanlılar’da 1845’ten sonra resmen kaldırılmış, memurların çalıştıkları yerlerde bayramlaşmaları ve âmirlerinin evlerine gitmemeleri bir kararnâme ile hükme bağlanmıştır.
Fâtih Sultan Mehmed tarafından kanunlaştırılan saraydaki bayramlaşmanın belli usul ve kaideleri vardı. Padişah bayram sabahı sabah namazını sarayda Hırka-i Saâdet Dairesi’nde kılardı. Hırka-i Saâdet kapısı önüne bir kafes konulur, içeriye de taht kurulurdu. Padişah oturduktan sonra orada hazır bulunan imam ve hatipler birer aşr-ı şerif okurlardı. Bundan sonra hazinedarbaşı bunlara hediye ile câizelerini verir, arkasından mehter çalmaya başlardı. Mehter çalarken oradakiler, “Ve hemîşe bunun emsâli eyyâma erişmek nimeti müyesser ola!” diye alkış tutarlardı. Duacı çavuşlar da hep bir ağızdan duaya başlarlardı.
Padişahın bayramını tebrik edecek olanların adları önceden tesbit edilirdi. Bunlar sabah namazını Ayasofya Camii’nde kılarlar, namazdan sonra saraya gidip Kubbealtı’nda toplanırlardı. Teşrifatî efendi silâhdar ağa aracılığıyla Sünnet Odası’nda oturan padişaha durumu arzettikten sonra padişah da Arz Odası’na geçerdi. O arada Has Odalılar, Arz Odası ile Bâbüssaâde arasına düzenli bir biçimde dizilirlerdi. Padişah Arz Odası’ndan çıkıp taht önüne gelir, nakîbüleşraf efendi yüzü padişaha dönük, ayakta ellerini kaldırıp bir dua okuduktan sonra padişahın bayramını kutlar, selâm vererek huzurdan çıkardı. Enderun ağaları da yüksek sesle “Aleyke avnullah!” (Allah’ın yardımı üzerine olsun) derlerdi. Tekrar çalmaya başlayan mehter takımı tören süresince çalmayı sürdürürdü. Tahtın arkasında sağda kızlar ağası, solda silâhdar ağa ayakta dururlardı. O sırada İstanbul’da bulunan Kırım hanzâdeleri de tahtın arkasında yerlerini alırlar, bunların arkasındaki kapıya kadar olan yeri zülüflü baltacılar doldururlardı. Tahtın karşısında ise sekbanbaşı ağa, arkasında sipahi ve silâhdar ocakları ve subayları ile aynı şekilde kapıcıbaşılar, solakbaşı, mîralem, zaîmler, müteferrikalar ve teşrifatçı efendi dururdu. Yüksek makam sahipleri sağ taraftan gelip etek öperlerdi. Önce sadrazam, vezirler, Rumeli ve Anadolu kazaskerleri sırayla ilerleyerek tahta yaklaşırlar, eğilerek saygılarını sunarlar, sonra da etek öperlerdi. Etek öperken padişah her biri için ayağa kalkardı. Padişahın her ayağa kalkıp oturuşunda oradakiler yüksek sesle “Mâşallah!” derlerdi. Sadrazam kutlamadan sonra kızlar ağasının önünde ayakta bekler, vezirlerle kazaskerler onun sağına dizilirlerdi. Bu birinci grubu eğer vezir rütbesi yoksa başdefterdar, nişancı ve reîsülküttâb takip ederdi. Bunlar ise etek öpmez, eşik öperlerdi. O sırada çavuşbaşı ile kapıcılar kethüdâsı şeyhülislâma haber verirler, şeyhülislâm ulemânın başında tebriğe gelir, ancak etek öpmez, padişahın önünde saygıyla eğilir ve el öptükten sonra ayakta yerini alırdı. Padişah bu bayramlaşmada İstanbul kadılığı pâyesinde olan kişilere kadar ayağa kalkar, her ayağa kalkışta sadrazam hafifçe sağ kolunu tutar ve gelenleri adlarıyla padişaha takdim ederdi. Sadrazamın elinde meşihattan gönderilmiş bir teşrifat defteri bulunurdu. Ulemâdan sonra piyade ve silâhdar ağalarla Yeniçeri Ocağı’nın katar ağaları da denen yüksek rütbeli zâbitleri eşik öperlerdi. Bunları çavuşbaşı, cebecibaşı, topçubaşı, humbaracıbaşı ve lağımcıbaşı takip ederdi.
Tebrik merasimi bittikten sonra teşrifatçı efendi merasimin sona erdiğini padişaha arzederdi. Padişah ayağa kalkar, sağ koluna kızlar ağası girer, birkaç adım sonra sadrazam onun yerini alır, daha sonra onun da yerini silâhdar ağa alırdı. Padişah Has Oda’ya geçer ve başta Ayasofya olmak üzere Sultan Ahmed, Süleymaniye gibi büyük camilerden birine bayram namazına gitmek üzere üstünü değiştirirdi.
Bayram alayından sonra padişah Has Oda önüne konulan tahtına oturur ve saray nedimleri, musâhipleri birbirinden güzel nüktelerle padişahı eğlendirirlerdi. O sırada altın ve gümüş tabaklarda helvalar getirilir, vezirlere, şeyhülislâma ve meşâyihe dağıtılırdı. Bundan sonra vezirler ve ehl-i dîvân yerine oturur, Matbah-ı Âmire’den getirilen yemekler yenirdi. Yeniçeriler ise yemeklerini bahçede yerlerdi.
Padişah yemekten sonra Has Bahçe’ye iner, atıyla sahil kenarındaki Sultan Bayezid Köşkü’ne gider, orada kurulu olan tahtında İstanbul’da bulunan güreşçi, zûrbâz ve esnâf-ı hünerverânın gösterilerini seyrederdi. Gösterilerin bittiği top atışıyla belirtilirdi.
Bazı bayramlarda padişahlar halka açık büyük şenlikler düzenlettirmişlerdir. Bu bayram şenliklerinden yakın tarihte yapılan biri, Sultan Abdülaziz’in 25-28 Nisan 1866 tarihlerinde düzenlettirdiği şenliktir. 1866 yılındaki kurban bayramında yapılan bu şenlik gösterileri öğleden sonra başlamıştır. Haliç’te, Galata Köprüsü ve Sarayburnu’nda düzenlenen gösterilerde İstanbul esnafı çeşitli hünerler göstermiş, orta oyuncuları, usta hayalbâzlar ve meddahlar çeşitli semtlerde halkı eğlendirmişlerdir. Bu şenlik programında özellikle güreşçiler önemli yer tutmuştur.
Bütün Osmanlı şenliklerinde seyirciler yarım ay düzeninde oturur, padişahın otağı da bu yarım ayın tam merkezinde olurdu. Padişahın yanında sadrazam, defterdar ve vezirlerin otağı ya da çadırları bulunurdu. Otağların önüne gösterilerin rahatça seyredilebilmesi için üstleri renk renk kumaşlarla kaplı sedirler konulurdu. Padişah otağının sol yanında ziyafet çadırı, sultanların kahvecileri, baltacılar, şehzade hocalarının çadırları yer alırdı. Bunlardan sonra Dârüssaâde ağasının, onun yanı başında da hazinedarın çadırları kurulurdu. Vâlide sultan ile haseki sultanın ve öteki saraylı kadınların gösterileri seyretmeleri için de kafesli küçük bir köşk yapılırdı.
XV.yüzyıldan itibaren şenlik düzeni belli bir protokol ve programa bağlanmıştır. Bayramlarda öğleden önce bayramlaşma, ikram, pîşkeşlerin dağıtılması ve yemekle geçer, öğleden sonra da gösteriler yapılırdı. Büyük törenlerde geceleri de kandiller, mahyalar ve fişeklerle donanma düzenlenirdi. Öğleden sonraki gösterilerde çeşitli hünerler (cambaz, zûrbâz, kûzebâz, gözbağcı vb.), esnaf oyunları, dramatik oyunlar, sportif oyunlar yer alırdı. Ayrıntıda değişse de genel çizgileri içinde aynı sırayı takip eden şenlik programı kısaca şöyle özetlenebilir: Kabul merasimi, ziyafet, kahve sohbeti, dinlenme, gösteriler, akşam yemeği, donanma.
İkindiden sonra esnaf alayları otağ-ı hümâyun önünden geçerdi. Her esnaf loncasının bir, iki ya da üç flaması vardı. Meselâ baharatçılar, ortasında yaldızlı çizgisi olan yeşil; sicimciler yarısı kırmızı, yarısı beyaz; çıkrıkçılar loncalarının baş harfi bulunan kahverengi; kâğıtçılar ise kenarı yeşil çizgili, ortası beyaz flamalar taşırlardı. Loncalar ya kendi meslekleriyle ilgili oyunlarla veya hoşa gidecek hüner gösterileriyle, meselâ ciltçiler dört tekerlekli bir arabada bir ustanın cilt yapması ve çırakların Kur’an okumasıyla geçerlerdi. Bu cilt sonradan padişaha hediye edilirdi. Esnaf gruplarının padişaha hediye ettikleri kendi meslekleriyle ilgili eşyalar en nâdide ve pahalı cinsten şeyler olurdu. Bu hediyeler bazan da yiyecek içecek gibi şeylerdi. Çörekçiler, bir araba üzerine yerleştirilmiş fırında çörek pişirerek geçerler, sonra da pişirdikleri çörekleri padişaha sunarlardı. Bazı loncalar bir orta oyunu oynar, bir diğeri karagöz oynatırdı. Loncaların gösterdiği hünerler arasında gözbağcılık, zûrbâzlık, cambazlık gibi hünerler de bulunurdu. III. Ahmed zamanında 1708’de düzenlenen şenlikte ekmekçi ve çörekçiler arasında yüzlerini una bulamış maskaralar da yer almış, bunlar türlü maskaralıklarla halkı güldürmüşlerdi. Oyuncu esnafı ise ellerinde süslü, üst tarafları yuvarlak bir yaprak ya da yelpaze gibi olan renkli sopalarla yürürlerdi. Bu sopalar geçit töreninde oyuncu kollarının amblemleri olduğu kadar oyun sırasında değişik işler gören birer aksesuar olarak da kullanılırdı. Her şenlikte esnafın geçit töreni gösterileri, gerek sergiledikleri mallar gerekse çalışmalarını gösteren sahneler açısından halkın büyük ilgisini çekerdi. Bu yönden de esnafın geçidi şenlikte önemli yer tutardı.
Bayram şenliklerinde mehter takımı da önemli yerini almıştı. XIX. yüzyılın ilk yarısında Yeniçeri Ocağı’nın ilgasından sonra kurulan saray orkestrası mehterin yerine geçti. 1829 yılında Donizetti’nin yönettiği bir orkestra davetlilere, yabancıları hayrete düşürecek ustalıkta çalmıştı. Bu yıllarda klasik Türk müziğinin yanı sıra klasik Batı müziği de bu gibi eğlencelerde bir hayli yer tutmaya başlamıştı. Güreşten ve spordan zevk alan Sultan Abdülaziz’in sarayında kurban bayramına rastlayan 28 Nisan 1866 gecesi düzenlenen bir kabul töreninde saray orkestrası, konuk diplomatlar ve sarayın ileri gelenleri salona girerken La Traviata’dan, Il Travatore’den parçalar çalıyordu.
II.Abdülhamid döneminde ve XX. yüzyılın başlarında bayramlar daha sade bir biçimde kutlanmakla birlikte aynı usul devam etmiştir. Bayram arefe günü top atışlarıyla başlar ve bayramın son gününün ikindisinde atılan topla sona ererdi. Ramazan gecelerinde olduğu gibi ramazan bayramını müjdeleyen davul sesleri hem çocukları hem büyükleri sevindirirdi. Büyükler ve küçükler sabah erkenden bayramlık elbiselerini giyerler ve yakınlarında bulunan bir camide bayram namazını kılmaya giderlerdi. Namazdan sonra camide yapılan bayramlaşmayı eve dönünce aile fertlerinin bayramlaşması takip ederdi. Büyükler birbirlerine hediyeler verir, küçüklere de şeker ve lokum ile bayram harçlığı verilirdi. Daha sonra mahallenin bekçisi davulcuyla birlikte gelerek bayram bahşişini alırdı. Bu bahşişler toplanırken davulcu, “Buna bayram ayı derler / Bal ile şekerden yerler / Eskiden âdet olmuş / Bekçiye bahşiş verirler” gibi mâniler söylerdi. Üsküdar, Galata, Kadıköy, Beyoğlu, Kasımpaşa, Beşiktaş, Fatih, Yenibahçe, Edirnekapı, Sultanselim, Aksaray, Yedikule, Kadırga, Cinci meydanları gibi İstanbul’un birçok semtinde bayram yerleri kurulurdu. Bunların en ünlüleri Şehzade Camii avlusunda ve Fatih Meydanı’nda kurulanlardı.
Günümüz bayramları ise tatil düşüncesi ile geçmişteki kadar coşkulu ve anlamına uygun idrak edilemese de devam etmektedir.
https://islamansiklopedisi.org.tr/bayram